bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

Tedirginlik

Sen kendince haklısındır ama herkes bencil.

Her şey silik silik çoğu zaman. Birleştirmeye çalıştıkça tuz buz oluyor. Sen daha ne olduğunu anlamadan etrafa saçılıyor. Ondan sonra bir ince ipliğe bağlı yaşıyorsun. Hep biraz tedirginlik çöküyor gözlerine. Ara sıra da adımlarına vuruyor. Ürkek ilerliyorsun kararlarında. Tuz buz olmanın verdiği hissi tekrar yaşamaktan korkuyorsun.

Aslında sen haklısındır ama kimse seni anlamak istemez. Bu kadar hayata karşı temkinli olmanı acımasızca eleştirirler. Anlamalarını da bekleyemezsin zaten. Cam kırıklarını avuç içlerine bastırarak yaşamayı bilmezler. Kırılan ne varsa halının altına süpürüp görmezden gelirler. Baştan savma, basit ve fütursuzca hareket ederler. Kabullenmek yerine inatla kendilerine yalan söylerler. İnsan hareket etmeden önce bir düşünür; yaptığının ucu nereye gidiyor hesaplar. Sadece boş lakırdılarla küfürbaz mahalle çocukları gibi her şeyi itip geçerler. Sen ise her şeyi karış karış bedenine işlersin. Ortaya çıkan nakışa sen bile şaşırırsın ama yapman gerekeni de yaparsın.

Bu yüzden farklıyız onlardan. Bu yüzden gidenlerden de kalanlardan da hatta özlediklerimizden bile yolumuz ayrılıyor. Her ne yaşıyorsak kabul ediyoruz. Yaşadıklarımızı görmezden gelmek yerine onlara sarılıyoruz. Bizi daha nasıl güçlendirebilir, milim milim onu planlıyoruz. Çünkü en çok ayakta durmaya ihtiyacımız var; bizi parçalara ayıran insanlar karşısında.

Üzerimize gelen ne varsa biliyoruz ki gün gelecek haklı olacağız. O yüzden şimdi sadece susuyoruz.

Hepsi bir yana da çok özlüyoruz.

Temamızı Giydik!

Benim tema manyaklığımı anlatmama gerek yok sanırım. Yani yıllardır bilinen bir şey bu. Ben de kabul ediyorum. Temayı geçiyorum ondan sonraki ayrıntıları kafama takmam ise tam bir sinir bozucu. Noktanın duruşunu bile dert edinebiliyorum. Bu yüzden uzun süre bloglara kepenk indirmiştim. Sonra gezi bahanesiyle tekrar geri döndüm ama o temayı da ekleyip yok abi yok diyerek bırakmıştım.

Geçenlerde Beyaz bir tema yapıyordu bazı aksaklıklardan dolayı o da kaldı. Tema istiyorum dedim dün akşam Semih’e ve Melek’e. Sabah uyandım Melek hala tema atıyordu. Yok arkadaş beğenmiyorum, beğenemiyorum. Melek krize girdi. Saatlerce bir tanesine de mi sıcak bakmaz insan? Bakamıyorum işte. En sonunda buranın da kepenklerini indirmeyi düşünüyordum ki sakince beklemenin iyi olacağını düşündüm.

Daha sonra birden bunu seçtim. Sonra Türkçeleştirmesi, o bu derken bir sürü eksik var. Benim zaten çok detaya dokunmama gibi andım var. Bir dokunsam site çökecek, sonra sunucu, hatta yetmeyip komple internet gidecek. Biliyorum, hep böyle oldu. O yüzden sakince oyalanırken gözüm Semih’i arıyor. Ne zaman ihtiyacım olsa yok. Mesaj attım cevap da atmadı. Tripleri hazırlarken bir baktım gelmiş internete. Her zamanki gibi pat diye her şeyi saydım ettim. Melek de bir yandan sıralıyor. Böyle nerede alakasız şey varsa hepsini istedim. Benim yorulduğum yerde Melek istemeye devam etti. Semih’in sabrını sonuna kadar zorladık.

Sonuçta bizim 1 saatte yapacağımızı o birkaç dakikada yapıyordu. Ne yapsaydık yani. İşte sonunda böyle bir tema çıktı ortaya. Bence beğenin ya, hatta sevip bağrınıza basın. Ben sevdim. Hatta uzun bir süre bıkana kadar bu temayı kullanmayı düşünüyorum. Bir de bak tepeye kalp falan yaptık. Nasıl şirin bir blog oldu burası böyle. Hayatımda ilk defa pembe kullanıyorum ama olsun. <3

Semih’e ve Melek’e yardımları için kocaman kalpli teşekkürler.

Yataktan Çıkmama Sorunsalı

Bugün hiç mi bir şey yapmak istemez insan? İstemiyorum. Bırakın beni yataktan çıkmadan saatlerce okuyayım istiyorum. Sözde sabahın köründe sinemaya gidecektim. Hayır, benim gibi bir insan sabahın köründe kalkıp hazırlanıp sinemaya yetişebilir mi? Hayır tabikisi.

Bir de gece mesaj geliyor 11:30′da film başlıyor, 5 dakika da önce orada olacağız ohoooo. Benim orada olabilmem için evden 40 dakika önce çıkmam gerekiyor. 40 dakika önce evden çıkmam içinde saat kaçta kalkmam gerekiyor, hesaplayamadım. Neymiş toplantı varmış ona yetişecekmişiz. Neden bunu akşam seansı yapmadık bilmiyorum. Yine 10 gibi kalktım ama ben kalktıktan sonra yatakta keyif yapmadan asla kalkamıyorum. Bu resmen bir alışkanlık, bu resmen hayatımın bir parçası oldu.

Mesaj attım, gelmeyen var mı diye; gitmeyeceğim ya ayak yapacağım. Yer mi bunu bizim Ozan? Yemedi. Aman kalk gel ne olacak, 1 saatlik uyku için saçmalamayacakmışım falan derken bir de diğerlerine haber vermiş. Ayıp ya nasıl iki dakika da duyurdun. Yediğim triplerin haddi hesabı yok. Ne olacakmış gelseymişim. Ben de istiyorum gelmek, istemiyor değilim. Hatta böyle toplantı öncesi kafamı dağıtmış, planımı çıkartmış olurdum. Ama yok işte canım yok. Tabi anlaşıldığı gibi gitmedim, hatta ben o zamandan beri yataktan çıkmadım.

Hayır niye böyle oluyor, anlamıyorum ki. Sabah eğer keyfi bir şey yapacaksam sırf bu kalkamama durumundan dolayı vazgeçiyorum. Bir de bunu uykulu bir hâldeyken yapıyorum. Mesela 2 hafta önce sabahın köründe uykumdayken ben bu iş görüşmesine gitmeyeyim diye karar verdim. Böylece uyanıp yataktan çıkmadım. Kızlara da sözüm olduğu için akşama İstanbul’a geçer, biraz eğlenir sabahı dönerim diye plan yaptım. Resmen uykuluyken her şeyden vazgeçiyorum. Bugün de gitti sinema keyfi. Sanırım bu duruma en çok İlker sevinecek. Gece proje yaparken bana trip atmış ki eminim gecenin yarısına kadar internette fink attı sonra mecbur projenin başına bir iki saat döndü. Sanki gece 1′den sabah 7′ye kadar aralıksız proje yaptığına inanacağım. :))

Şimdi kalk, hazırlan, dosyaları toparla fakülteye git, orayı organize et, sonra şenlik toplantısı için SKS’ye göstermelik çalışmalar sun, bu arada rektörlükten belediyeye gidecek dilekçeyi de hala halletmedim. İşte sonra bunların hepsini bitirip merkeze in, ev için alışveriş yap sonra hopp tekrar eve çık. Allah’ım ben şurada günlerce yatsam nolur? Her şeyi bırakıp bunalıma girsem çok güzel olmaz mı?

Şöyle küçük bir sahil kenarında olacaktım, ayağıma soğuk su şıpıdım şıpıdım çarpacaktı, güneş yüzümü yakacaktı ve ben saatlerce kitap okuyacaktım. Bir de halime bak, yataktan çıkamıyorum. Hayır, önceden yatakta ne güzel alışveriş de yapabiliyordum. Kartlarımı tepeleme doldurduğum için İlker bir şey alacakken o kadar çok söyleniyor ki “iyi ya iyi” diyerek kartları benden uzak yerlere fırlatıyorum. Neyse önümüzdeki ay kartları boşaltıp tekrar doldurayım. Hayatıma biraz renk gelsin azıcık aksiyon yaşayayım. :))

Bir de mutluluk kutusu projesi  için Çarşamba merkeze indiğimde bir iki şey bakmak istiyorum. Aklımda onları bile belirledim. Ufacık tefecik içi dolu bir sürü hediyecik olacak. İlker de bir sürü fikir verdi. Bir de tutturdu eşleştirme çekilişini beraber yapalım diye. Bir de katılanların çoğunu tanıdığı için eğlence çıktı ona da. İlker’in ve benim çektiğimiz eşleştirme videosundan ne kadar hayır gelecek, göreceğiz. :))

Bu sabahımızın şarkısı olsun; tık. Bu adamın mimiklerini yerim ya yerim.

Mutluluk Kutusu

Takip ettiğim bir blogun katılımıyla öğrendiğim bir etkinlik gerçekleşti. Çok beğendim. Hatta dedim ki neden biz bunu twittera çevirmiyoruz. Bunu ilk gerçekleştiren melodram. Blogspot üzerinden güzel bir etkinlik gerçekleştirmiş.

Şimdi gelecek olursak fasülyenin faydalarına olayın nasıl gerçekleştiğini aktarayım.

Biz kadınlar ne kadar hayır desek de sürprizli şeylere bayılırız. Hele bir kutu içinde ufak tefek küçük şeyleri ise daha çok severiz. Bu erkekler bir türlü bizi anlamıyor. Böyle tatlı şeyler yaptınız da biz mi burun kıvırdık? Neyseki burada yine biz kadınlar olarak olaya el koyup tek taşımızı kendimiz almasak da birbirimize mutluluk kutuları göndererek keyif çatabiliriz.

Belli bir katılımcı ile gerçekleştireceğimiz bu etkinlikte 1 ay gibi bir zaman dilimimiz olacak. Etkinlik başladığı andan itibaren kutumuzu doldurmaya başlayacağız. Aklınıza gelen her şeyi içine atabilirsiniz. 1 ay boyunca kutumuzu yavaş yavaş dolduracağız. Sonrasında çekiliş ile kutuların kime gideceğini belirleyeceğiz. Eşleştirmeler belli olduktan sonra da 1 gün vererek eğer kişiye özel bir şey de eklemek isterseniz diye fırsat vereceğiz. Kutular dolduktan sonra kutuların fotoğraflarını bana mail atacaksınız. Hepsi blogta yayınlanacak ve sabahı herkes kargoya giderek kutuları sahiplerine gönderecek. :))

– Etkinlik davetli kişilere açıktır.

– Etkinliğe sadece kızlar katılabilir.

– En küçük kutu boyutu; ayakkabı kutusu kadar olacaktır.

– Etkinliğe katılıyorsanız; bu yazının altına twitter linkinizi ve mail adresinizi yazınız.

Not: Hediyeleriniz küçük şeyler olacak arkadaşlar. Yani öyle yüksek maliyete girmenize gerek yok. Küçük ama çok olması önemli. Böyle jelibonları bile koyabilirsiniz içine. :))

 

27 MART: Kutular doldurulmaya başlanıyor.

25 NİSAN: Eşleştirmeler açıklanacak.

26: NİSAN: Hazırlanan kutuların fotoğrafları blogta yayınlanacak.

27 NİSAN: Kutular kargoya. :))

      KATILIMCILAR

  1. bazenoyleolurbazenoyleolur@gmail.com
  2. dogalselectionsecil.felek@hotmail.com
  3. zehraburdazehraburda@gmail.com
  4. ohacokpardonsfirat41@hotmail.com
  5. kapakkizidensiz.turta@gmail.com
  6. candanbircanisicandanbircanisi@gmail.com
  7. nutabellanutabella@hotmail.com.tr
  8. pardonkimsinizyesimerennn@gmail.com
  9. afropunzelirmak_mey@hotmail.com
  10. beyazdelisihsimpari@gmail.com
  11. matterougebgmaras@gmail.com
  12. ilaydaolmazilayda-solmaz@hotmail.com

     Not: Katılımlar sona ermiştir.

 

 

Takıldığınız bir nokta olursa sorabilirsiniz. Ayrıca melodram’ın etkinliğinden birkaç fotoğraf ekliyorum. Kutular nasıl olacak, neler koyacağız gibi kafanızdaki sorular da silinmiş olur. :))

Huzursuzluk

wallpaper-1775904

Hepsi biraz huzuru aramamızdan kaynaklanıyor. Elimizden kaçırdığımızda üzülüp yas tutmaya başlıyoruz. Böyle de mutlu olamadığımızı anlayınca tekrar başka kollarda arıyoruz. Kimi zaman buluyoruz, kimi zaman daha da huzursuz bir hâl alıyoruz. Sıcak bir gülümsemeyi kendimize bile çok görmeye başlıyoruz. Oysa önceden en çok da sevdiklerimize sıcacık bakarken içimiz erimiyor muydu?

Nasıl oldu da böyle olduk? Bilemiyorum.

Belki en başından beri hata yapmıştık. Hiç olmayacak insanlara güvenip parça parça olmamıza izin verdik. Önce hayatlarımıza girdiler, kendilerine bağlanmamızı istediler sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayal kırıklığına uğratıp hayatlarımızdan siktir olup gittiler. Bunu ben de yaptım, sen de yaptın. Hepimiz birilerinden gittik. Kimi zaman isteyerek kimi zaman da gitmek zorunda bırakıldık. Sonuç olarak ne fark ediyordu?

Benim en çok korktuğum şey insanları hayal kırıklığına uğratmaktı. Diğerleri ise bunu bir görev bildiler. Gitmek mesele değildi de bir insanı hayal kırıklığına uğratıp gitmek benim için büyük bir problemdi. Giderken bir insanın umutlarını yanımda götürmeyi hiçbir zaman göze alamadım. İşte bu yüzden beni hayal kırıklığına uğratan insanlardan hep nefret ettim. Onlardan öyle çok nefret ettim ki varlıklarını bir süre sonra unutur oldum. Hayatımda öyle çok unuttuğum şeyler vardı ki bir gün onları oturup enine boyuna anlatmak istiyorum. Mesela geçenlerde bir şey olmuştu; çok kırılmıştım. Hatta o kadar kırılmıştım ki ağlamıştım. Ama şimdi unuttum. Bir gün onu da anlatırım.

Huzuru arıyoruz diyordum. Konu konuyu açıyor işte. Kendimize bile gülümseyi çok görmemizden bahsediyordum. Kendimize olan acımasızlığımız beni korkutuyor diyecektim. Geçen gün Seçil yazmıştı sanırım; tam hatırlayamıyorum. Kendimle bile sırrımı paylaşamıyorum diyordu. Tam olarak da bu hâlde değil miydik zaten? Ne zaman güvensek o kadar kırılmadık mı? Değişecek diye baktığımız her şey olduğu gibi öylece kaldı. Hiçbir şey değişmedi ve her şey herkesin yanına kâr kaldı. Kendimize bile kalmasını istemediğimiz sırlarımızı bir toprağın altına gömdük. Biri eşelemeye kalkarsa diye hazır tetikte bekledik. Bazen ufacık bir yudum alkolde dile gelirler diye kendimiz bile unuttuk. Ama orada bir yerlerde olduğundan kuşkusuz emindik.

İnsanları hayal kırıklığına uğratmayın. Sanırım bunu ömrümün sonuna kadar her yerde söyleyeceğim.
Yapmayın, yakışmıyor.

Tutsak Beden

Sonradan ne olacağını bilmiyordu. Zaten hiçbir zaman bilememişti. Düşünmeden hareket ediyor, kararından vazgeçmeden uyguluyordu. Olur da hani bir yerlerde soluklanırsa her şeyi eline yüzüne bulaştıracağını sanıyordu. O yüzden her şey hızlı bir şekilde gerçekleşirdi hayatında. Çoğu zamanda istediği gibi olmaz her şey ayaklarına dolanırdı.

Kafasını kaldırıp şöyle bir gökyüzüne baktı ve koşmalıyım; kendime yetişemeyecek kadar koşmalıyım dedi. En son böyle dediğinde ilkokuldaydı. En yakın arkadaşıyla kavga etmiş çok üzgündü. Yıllar sonra tekrar kendisine bu talimatı verdi. Belki neden böyle dediğini derinlerinde bir yerlerde biliyordu. Ama bunu dile getirmek yerine koşarken gözyaşlarını özgür kılmayı tercih etti.

Bir ara soluklanmayı denedi. Düşünmeye ihtiyacım var, bu şekilde hiçbir şey aynı olmayacak diye düşündü. Haklıydı çünkü hiçbir zaman hiçbir şey aynı olmazdı, olamazdı. Belki bedenini kasıp kavuran adrenalin, belki yorgunluk tam olarak bilemiyorum ama yine onu radikâl bir değişimin eşiğinde olduğunu fark etmek zor olmadı.

O güçlü adımların ardında ürkek ve kararsız bir kadın yaşıyordu. Üzerine giydirdiği entarilerle artık onlara ulaşamayacak kadar geride bıraktığını sanıyordu. Soluklanınca aslında sakladığı ne varsa hep bir adım arkasında olduğunu anladı. İnsan bu kadar çok kendisinden saklanınca kim olduğunu unutmak kaçınılmaz bir son oluyordu. Bunu çok geç anlamıştı ama belki bir yerlerde dönüş yolunu bulabilirim diye bir kez daha umutlarını yeşertmek istiyordu. Hangimiz böyle defalarca kendimize çeki düzen vermedik ki? Mesela ben defalarca yanlış bir yolda olduğumu bile bile kendimi soğuk bir yalnızlığa bırakmaktan vazgeçmedim. Sonra bir daha olmayacak, hiçbir zaman olmayacak diye kendime sözler verdim. Anlıyor musunuz? O da öylece artık hayatını yaşamak istiyordu.

Sonra birden koştu. Tekrar. Hiç durmadan.

Eğer insan kendisinden kaçacak kadar çok şey biliyorsa yine bir aşkın alevleri sıçramıştır. Yani bence tam da orada bu aşkı artık tek başına taşıyamayacağını düşündü. Belki adam hiçbir zaman onu, onun sevdiği kadar sevmemiştir. En yakın arkadaşıyla aynı yatakta basmış olabilir. Belki de birbirlerine kavuşamayacak şeyler yaşamışlardır. Yine tekrar söylüyorum; bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o kadın çok sevdi. Kendi yaşamından daha çok sevdi. Geceleri sabahlara kadar gözleri şişene kadar içip içip ağlardı. Sabahları hiçbir şey olmamış gibi normal hayatına devam eder, mesaisi bitince yine o karanlığın dibine gömülürdü. Sevdalanmak demişti bir gün; sevdalanmak insanın kanını yavaş yavaş emiyor ve sonra sadece kendisi dolaşıyor bedenin her bir noktasında diyerek bir çay koymuştu kendisine.

Şimdi hiçbirimiz ona yetişemiyoruz. Yakalayamadığımız gibi anlayamıyoruz bile. Bu belki de ona yapılan en büyük haksızlıktı. Hala neler yaşadığını bilmediğimiz o süregelen yılları için elimizden gelen hiçbir şey yok. Bir insanın yok oluşunu izlemek nasıl ızdırap dolu bir şey biliyor musunuz? Evet, belki itiraf etmem gerekiyor; ben de sevdim o kadını. Benim sevgim onu kurtaramayacak kadar az geldi. Şimdi söyleyin bana sevdiğiniz kadın kendisini bile yakalayamazken siz nasıl durdurabilirdiniz? Onu durduracak kişi hiçbir zaman siz olmamıştınız ki. Bunu anlamam çok geç olmadı. Çünkü yine bir keresinde sarhoşken ne kadar bok bir yaşam; hayatımızın yoluna girmesi için yine hayatımızın içine sıçan insanlardan medet umuyoruz demişti. O zaman bir kez daha anlamıştım. Hiç sönmeyecek bir közün etrafa sıçrayışlarıydı bunlar.

Koşmuyor artık; orada öylece uzanmış yatıyor. Sanki gülümsüyor gibi. Bir şeyler yanıyor bedenimde. Neyse memur bey, benim anlatacaklarım da bildiklerim de bu kadar. Böyle sonlanmayı hak etmeyecek kadar iyiydi bu hayatta.

– Bu kadar çok mu sevdiniz?

– Çok sevdim memur bey.

Eskimeyen Günler

14 yaşındaydım ilk önemli oyunumdu. Çok heyecanlıydım. Hatta kalbim yerinden fırlayacak, tüm repliklerimi unutup rezil olacaktım. Günlerce çalışmış olmanın verdiği yorgunluğu da atamamıştım. Ayrıca o da ortalıklarda yoktu. En ihtiyacım olduğu zamanlarda neredeydi acaba. Salonda tam da o saatlerde çalışmamız vardı. Beni son kez çalıştıracağına söz vermişti. Her şey mükemmel olacaktı.

Beklemekten gerilmiştim ve kendi kendime çalışmaya başlamıştım. Işık odasında kim vardı şu an hatırlamıyorum pek. Ama bizimkilerden biri vardı. Yaa hayır bu ışığa hazır değilim diyordum. Heyecanım her yere yayılıyordu. Tüm her yeri kontrol altına almıştı sanki. Sonra Barış geldi, derin nefes al ve başla dedi. Gelmedi daha, onunla çalışacağım diye inat ettim. Sonra telefonla aradım, açmadı.

Ayrıca kontörüm de çok azdı. O zamanlar faturalı kullanamıyorum tabi. Alo dediğinde bile 2 kontör gittiği dönemlerdi. Mesaj içinde zaten 2 kontör gidiyordu ama neyseki benim o zamanlarda 2222 Turkcell mesaj paketlerim vardı. Mesajlarıma zaten dönmemişti. Son 4-5 kontörümle onu arıyordum ve açmıyordu.

Çalıştık ve artık yorgun düşmüştük. Sahnede oturup dinlenmek için ısınma hareketleri yapıyorduk. Ne de güzel dinlenme yöntemimiz vardı. Sonrası biraz silik. Koltuklara gidip çantamı alıyordum belki de. Salonun o gürültülü kapısı açıldı çığlıklarla. Ben geldim yaa, offf geç kaldım, anlatacaklarım var sana diye çığlık atıyordu. Küsmüştüm ben! Bana ne diye bağırıyordum. Bir de lalalala duymak istemiyorum seni çocukça triplere giriyordum. Gerçekten keyfim yoktu. Yanımda olacağına ve onun çalıştıracağına söz vermişti. Eğer söz veriyorsan sözünü tutman gerekirdi. Bu konuda en baştan anlaşmıştık.

Merdivenlerden zıplayarak iniyordu. Sonra güm güm sesleri. Kafamı kaldırdığımda yerde öylece yatıyordu. Öyle panik öyle bir acı çığlık attım ki dışarıya kadar sesim ulaşıp koştular. Kanları görünce hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ne olur aç gözlerini affettim ya küsmemiştim zaten diye başında bekledim. Sonra ambulans geldi, sonra onu hastaneye götürdüler. Abisi gelip beni de götürdü.

Onun iyi olduğunu görene kadar ağladım. Sonra kendisine geldi. Başında ve kaşında dikişler vardı. Bacağında da alçı vardı. Uzun bir süre alçıda kaldı. Hiç unutmam çıldırıyordu o günlerde. Kendisine gelince doktor olacağım dedi. Ayrıca sen de panik olmamayı öğreneceksin dedi. Gerçekten iyi bir doktor olmuştu. O gün verdiği kararı hayatı boyunca uyguladı. Ben de bu olaylar karşısında biraz daha soğukkanlı olmayı öğrendim.

1 gün sonra hani o başında dediğim benim için çok önemli olan oyunum vardı ya oynamadım. O hastaneden çıkamazdı ve ben de o yokken oynayamazdım. Bana çok kızdı ama sonra gülümsedi. İkimizde birbirimizi o gün affetmiştik. Ama malesef hocamız affetmedi. Sonraki 6 ay boyunca sadece tirad yapmıştık ve oyunlardan ceza almıştık. Aslında ben almıştım ama o da beni yalnız bırakmamıştı.

O oyun çok şeyi bağlamıştı aramızda. O yüzden evet benim için önemliydi.

Şimdi sessizce kadeh kaldırıyorum eski günlere…

İstanbul Hatırası

“İstanbul’a bakıyorduk denizden; Nevzat, Demir bir de ben. Sisler içindeydi İstanbul…”

Bir kitabı ya da filmi anlatırken spoiler vermekten öyle çok kaçıyorum ki ne diyecektim hep araya karışıyor. O yüzden şarkıyı öne çıkararak biraz olsun spoilerden uzaklaşmaya çalışıyorum. O yüzden okumaya devam ederken siz de şuraya bir tıkla Sezen’den şarkıyı dinleyebilirsiniz.

Kitabı az önce bitirdim; okumak pek de zamanımı aldı. Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası kitabından bahsediyorum. Her ne kadar tamistanbul-hatirasi emin olamasam da içimde hoş bir burukluk bıraktı. Belki birçok açıdan eksik yönleri vardı. Çokça gözden kaçmış ya da değinilmek istenmemiş basit ama önemli gerçekleri görmemiş. İnsan ister istemez “ah be 561 sayfa kitap okuyorum, oldu mu?” diye yazara soruyor.

Kitabı bir cinayet romanı ya da tarihi bir roman olarak okuyabilirsiniz. Yani burada iki tür seven okuyucuyu da çağırıyor. Ancak bir cinayet romanı olarak okursanız işte o gözden kaçan basit gerçekler canınızı sıkıp okumaktan vazgeçmenize neden olabilir. Bir tarih romanı olarak ise boğucu olmamakla beraber yoğun tarih barındırmıyor. Sanırım ben ikisini birden okumayı tercih ettim.

En güzel yanı neredeyse hepimizin bilmediği o güzel tarihi bir anda cinayetlerle birleştirip ilginizi çekmeyi başarabiliyor. İstanbul’un o güzelim tarihi yerlerini tekrar artık başka bir bakış açısıyla gezmek için tutuşuyorsunuz. Önceden anlamsız gelen ne kadar eksik yer varsa tarihi birkaç şeyle öyle güzel dolduruluyor ki gezmelik bir gün için şöyle takviminize göz gezdiriyorsunuz.

“İstanbul’a bakıyorduk denizden; Nevzat, Demir, bir de ben. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa… Elimizden alınan hayata bakıyorduk. sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize… İnsanlara bakıyorduk, fedekarlığını yitirmiş, sevincini yitirmiş, sevgisini yitirmiş, umudunu yitirmiş, onurunu yirimiş… Kendini yitirmiş… Zavallı bir topluluk başarıyı mutluluk zanneden.”

Ahmet Ümit’in okuduğum ilk kitabıydı. Öyle kitabı elime alıp her zamanki gibi evirip çevirirken arka kapağında yazan son cümleyle almıştım aylar önce. Tam da şöyle diyordu son cümle: “Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk.” Belki de bu yüzden olsa gerek ben cinayeti okumayı bıraktım; yani Agatha’nın kitaplarıyla büyümüş olarak böylesi yavan seri cinayetlerde kusur kabul edemiyorsunuz. Ama herkesin bir kenara bıraktığı o ilgilenilmediği içsel kısımlar etkiledi. Belki o ince dokunuşlarla kazandı gönlümü. Bilemiyorum. Aslında 200 sayfada çok güzel yazılacak bir kitabın yaklaşık 600 sayfa yazılması o yüzden olsa gerek hiç rahatsız etmedi. Hatta mümkünse daha da içlerine girebilirdim.

Kitabı eleştirecek olursam ki burada da çok fazla spoiler vermekten çekiniyorum. Ama en basitinden ulan be şu İstanbul’un en gözde tarihi yerlerinde bir kamera yok mu diye sitem ettiriyor. Dahası da devamlı iki grup arasında didişmemelerle geçmesi fazla göze batıyor. Ya da daha zeki beklediğim çıkışlar yapılamıyor. Ama bırakın bunları bir kenara o güzelim mitolojiye kadar uzanan güzel bir tarihi bize böyle sunsunlar. Küçük küçük yazılmış sıkıcı tarih okumaktansa böyle birbirine bağlanmış diyaloglarla öğrenmeyi tercih ederim.

Ben her şeye rağmen sevdim, beğendim. İstanbul’un tarihinde şöyle bir gezinmek isterseniz alabileceğiniz bir kitap. Hatta yanında küçük notlar tutmak isteyeceğiniz türden bir kitap. Alalım, sevelim.

Bir de son olarak Evgenia; belki de üzerinde çok durulmayan ama can alıcı karakterdi benim için. Nasıl bir kadın, nasıl bir aşk böyle olgunlukla yoğurulabilirdi bilmiyorum. Çok güzel kadınsın Evgeniademekten alamıyor insan kendini.

Yolun Sıcaklığı

168975_183031338396444_2074181_nKaranlıkta duyamadığı yakarışlar; başka bir diyarın bilinmezliğine doğru, boynundan yol oldu.

Dilini tutmayı beceremediği her gün biraz daha yol alıyordu.

Kabullenmeyi de öğrenemedi, bunların yanı sıra.

O yüzden varlığını toplayıp gitti.

Yine de yaşamını soğuk bir taş üzerinde izlemek istememişti.

Soğuk, bedenini kıstırırken üşüyordu.

Hepsi boğazını yakıyordu ama yol bitmek bilmiyordu.

Dualarını bir ipe dizdi, ince bir tititlikle.

Sonra gözlerini yavaşça yumdu.

– Aşk da bilinmezliğe doğru bir yol. Soğuk ve yalnız.