bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

‘Yüksek Promil’ Kategori Arşivi

Yeninin eskiyi kucakladığı anlara…

Biraz sana, biraz bana. Ya da hiç kimseye. Ama, o hep bildik hislere…

.

İnsanların hayatlarında her şey adım adım bir o kadar da evre evre gerçekleşirken benim dünyamda her şey bir anda pat diye gerçekleşiyor. Ben daha ne olduğunu anlamadan hayat bambaşka yöne sürüklemiş oluyor. Sanırım o nedenle ara sıra böyle uzkalaşmalara durup nefes alabilmek için ihtiyaç duyuyorum. Nitekim kendi kararlarımın sonuçlarını yaşadığım müddetçe bu sürüklenmelerden oldukça keyif aldığım da elbette doğru. Ancak kimi zaman ruhum yoruluyor ve bir yastığa kafamı gömüp gözlerimi kapatmak istiyorum.

Yorgun muyum? Hiç olmadığım kadar. Keyifli miyim? Tahmin edemediğin kadar.

Yine bir kulaklığın kabloları gibi her şeyin birbirine dolandığı şu günlerde aklıma gelen “göçmen” olgusunu ister istemez kendimle değerlendiriyorum. Dile kolay doğduğum büyüdüğüm topraklara gitmeyeli yaklaşık 1 yıl oluyor. Tam bu 1 yıldır sevdiklerimden; ailemden ve arkadaşlarımdan uzakta sadece uzaktan ilişkilerimi sürdürüyorum. Birkaç güne ise elimde tek adres olmadan bavullarımı alıp yola çıkalı 5 yıl olacak.

İlk yılları düşünüyorum. Mesela geldiğim ilk yıl içinde birçok kez gidiş geliş yapmıştım. Zaten hep öyle değil mi? İlk yıllar sık sık ziyaretlerde bulunurken her geçen yıl bu ziyaretler azalmaya ve sonunda da seyrekleşmeye başlar. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben, sen ya da o fark etmeden alıp çantasını bir başka ülkeye göç edenlerin ilk baştaki endişeleri daha sonra farklı endişelere ve streslere devriliyor. İlk başlarda acaba buraya alışabilecek miyim, bu dili öğrenebilecek miyim, acaba gerçekten arkadaşlarım olacak mı soruları istediğim işi bulabilecek miyim, ana dili olan insanlar varken beni tercih etmelerini nasıl sağlayabileceğim sorularıyla yer değiştirirken bir bakmışsın bütün o sorular ardında kalmış. Günler ayları, aylar yılları kovalarken cevabını verdiğin her soruda biraz daha gelişiyor, biraz daha değişiyorsun.

Şöyle baktığımız zaman kimimiz politik nedenlerden, bazılarımız daha iyi bir hayat sürdürmek için, kimimiz ekonomik nedenlerden ve bazılarımız da sadece yeni bir dünya keşfetmek için doğduğu ve büyüdüğü ülkeyi ardında bırakıp başka bir ülkeye “evim” demek için yola çıkıyor.  İşte, o ilk zamanlar eski evininin özlemi burnunun direklerini sızlatıyor ve özlem kokusu burnuna her tüttüğünde bir solukta evini, bildiğin dünyayı ve hatta kendini ziyaret ederken buluyorsun. Çünkü hala o zaman o eve eski diyemiyor ve eski ile yeni ev arasında ikilemde kalıyorsun. Çünkü biliyorsun ki oradaki sen, aslında sensin. Hep bildiğin sen. Diğer taraftaki emeklemeyi yeni öğrenen senden çok daha tanıdık. İçinde bir yerlerde dile getirsen de getirmesen de bunun savaşını veriyorsun. Bu savaş bazen çok yıpratıcı ve derinden etkileyen bir süreç olabiliyor. Bu nedenle bu deri değişimini yaşamak istemeyenler yeni dünyanın etinden sütünden faydalandıktan sonra bavullarına güzel anılar ve tecrübeler ekleyerek geri dönüyorlar.

Kalanlar ise artık iki ayrımı tepeden tırnağa yaşamaya başlıyor ve her iki taraftaki evim dedikleri ülkeye bakıyorlar. Sanıyorlar ki bıraktıkları o eski evde, her şey aynı kaldı. Öyle olmuyor…

Mahallesinde saklambaç oynadığın, sokaklarında kızlı erkekli maç yaptığın, ilk aşkını ve yine ilk aşk acısını yaşadığın o şehir her geçen gün senden uzaklaşıyor. Sevdiğin arkadaşlarının gelişmelerini facebooktan ya da instagramdan gördükçe gönderiye kalp diğer bir deyişle “like” atıyorsun. Ayrıca şanslıysan en yakın arkadaşlarının en güzel haberlerini içinde bulunduğun whatsapp gruplarından alıyorsun. Sonra dönen sohbetlere bakıyorsun ve aslında o dönen güzel sohbetlerden ne kadar da uzaklaştığını hissediyorsun. İçinde yer almadığın selfieler her yeri sarmaya başlıyor. Gündemler çok sık değişiyor ve takip etmekte zorlanıyorsun. Aslında takip etmeyi de farkında olmadan bırakmışsın. Alışıyorsun… Bir tek özel ve güzel günlere alışamıyorsun… Bir şeyler hep içinde bir yerde eksik kalıyor. Çünkü biliyorsun ki o fotoğrafın içinde olsaydın sen de öyle gülecek ve o güzel anların tadını sevdiklerinle çıkartabilecektin. Ama şimdi uzaktan hiçbir şey hissetmiyorsun. Haber kaynağında hızlıca gönderilere beğeni atarak geçiyorsun.

Ama tuhaftır ki eski evine döndüğün o küçük sürelerde hiç kopmamış gibi bağlarına tutunuyorsun. Ailenle doyasıya zaman geçiriyorsun. Online platformlardan aktaramadığınız ne kadar şey varsa onları karşılıklı daha da özenli paylaşıyorsunuz. Bazı arkadaşların evlenmiş oluyor, hem de hiç tahmin etmediklerin. Bazıları da kendilerini başka şeylere adamış oluyor. Herkes hem biraz aynı hem de biraz farklı gibi. Kızlı erkekli hepiniz bir araya geliyorsunuz ve eski günlerdeki gibi sohbetin dibine vuruyorsunuz. Hayatlarınızda kaçırdığınız, şahitlik edemediğiniz ne varsa o birkaç saatte hiç susmadan sığdırmaya çalışıyorsunuz. Sonra bir dahaki sefer için şimdiden plan yapmaya başlıyorsunuz.

Sonra kendi evine dönüyorsun…

Aslında sen de başka bir evde yeni fotoğraf karelerini yeni arkadaşlarla doldurmaya başlıyorsun. İlk başta hiçbir zaman anlamayacağını düşündüğün o kültürün esprilerini ilk anlamaya başladığındaki o hissettiğin duygu, tıpkı ilk yabancı dilde gördüğün rüya ile aynı hissiyatı yaşatıyor. Belki de evim demeye o andan itibaren başlıyorsun. Önceleri yaşadığın o iki dünya arasındaki ikilem, şimdi terazide daha farklı bir hâl alıyor. Kendine evim dediğin, ülkem dediğin o ikinci yaşamın koşturmasına kendini kaptırmış oluyorsun.

İşte… Bazen yoruluyorsun. Durup nefes almak istiyorsun.

İşte o durduğun anlarda eski seni çok özlediğini hissediyorsun. Hangisi sendin ve hangisi senindi kestiremiyorsun. Belki de kendinin de her şeyin etinden sütünden yararlandığını düşünüp bavulları ortaya çıkarmak gerektiğini düşünüyorsun. Özlemek, o eksiklik, o bir şeylerin yarımlığı içinde derin bir sızı oluşturuyor. Çünkü biliyorsun ki anadilinde yaşamamak hep biraz eksik bırakacak. Sonra biraz diğer tarafa geçeyim neler oluyor gündemde diye göz atıyorsun. Kadın cinayetlerini, korkunç çocuk istismarlarını, her gün kavga eden insanları, toplumun mutsuzluğunu ve her geçen gün artan hoşgörüsüzlüğü ekşisözlükte sadece birkaç dakika göz gezdirerek görebiliyorsun. Hele ki diğer platformlara ve gazetelere baktığın zaman bir kez daha yeni evinin sana yuva olmuş olmasına şükrediyorsun. İçinde yaşarken hissetmediğin ya da alıştırılmış olduğun her şey 5 yıl gibi bir süreden sonra ilk gördüğün şey oluyor. Üzülüyorsun. Çünkü biliyorsun ki orası da senin yuvan. Ama sonra yine biliyorsun ki artık burası da senin yuvan.

Zaten biliyorsun ki orada da kimse eskisi gibi değil. Sonuçta sen iki yuvanın nimetlerinden ve güzelliklerinden faydalanıp bugünkü senin hamurunu iyice yoğuruyorsun.

Geçmişe iç geçirirken geleceğe umutla bakıyorsun.

septembre. vesoul.

Kırmızı ajanda

Kendimi programlamak gibi bir planım yoktu aslında. Her zaman dağınık olarak ajanda kullanır ve bunların hangisinde ne yazdığını bilmeme rağmen pek bir eyleme geçmezdim. Yani yazarken aklımda kaldığı için bir daha geri dönüş yapmazdım. Aklımda olan şeyleri de uygulamaya geçirmek tamamen keyfime kalırdı. Bu yüzden de kendi etrafımda döner durur ve bir arpa boyu ilerleyemezdim. Ben de bu konuda bir şeyler yapmaya karar verdim. Tabii ki öyle durduk yere karar vermedim. Bazen günler günleri kovalıyor ve kendimi zamana kaptırmış giderken buluyorum.

Geçen ay iki hafta sonu ruhsal olarak kendimi iyi hissetmediğimden mütevellit pek verimli geçiremedim. Nisan ayına girdiğimiz Cumartesi gününü de pek sakin geçirince kendime biraz kızdım. Evet, çünkü bir şeyler yapmadan sakin geçirdiğim günlerin akşamında bir şey yapmadan günü tamamladığım için kendimi hayıflanırken buluyorum. Halbuki geçen sakin bir günde de çok şey yapabiliyor insan. Biraz dinleniyor, biraz gazete okuyor ve biraz da kendisini dinliyor insan. Üretim olarak illa ki elimize bir madde geçmesi mi gerekiyor onu da bilemiyorum.

İşte tam ben bu noktada bir anda aydınlanma yaşadım ve kendi ajandamı kendim oluşturup bütün her şeyi değerlendirip kaydetmeye karar verdim. Böylece hayatımın günlerini görebilecek ve boşa geçen zamanlarımın sorumluluğunu üstlenecektim. Üstlenecektim? Bak aslında bundan tam emin değilim ama deneyeceğimin garantisini önce kendime sonra da size veriyorum.

O hep yaptığımız bir daha da yüzüne bakmadığımız listeleri her gün elimin altına alıp kesin olarak o listeleri tamamlamadan ölmemeye karar verdim. Böyle dedim ya listeyi yapar sabahı ölür giderim. Bu kararımı uygulamaya geçirmeden önce tabii ki tamamlamam gereken etaplarım mevcuttu. Çünkü bilirsiniz ders çalışmaya başlamadan önce de kaleminiz kaybolur ya da ders notlarınız kaybolmuştur hiç olmadı kapı zili çalıyordur. İşte benim de şimdi böyle birkaç engelim bulunuyordu ama ayın ilk Pazartesi günü eksikliklerimi de tamamlayıp ajandamı oluşturdum.

Ajanda konusunu hayata geçirme konusunda bir gün ilerleme kaydeder ve işe yaradığına inanırsam elbette sizinle de paylaşacağım.

Dileriz, işe yarar değil mi?

Şu an için yaklaşık 20 günü ardımızda bırakmış bulunuyoruz.

Boş günlerime bakıp bakıp kendime kızıyorum.

Birkaç ay içinde gerçek bir değerlendirmesini yapacağım.

Yağmur

Öyle karışık ki buralar, kim kime dum duma.
Nereler olacak allah aşkına, kalpten bahsediyorum tabii ki! Teslim olmak ve kaçmak arasında sıkışıp kaldığı için nefes alamıyor. Boğulmadı canım, kendisine yeni bir pencere açtı.”

Yağmur yağıyor. Şaşırtıcı değil. Her fırsatta yağmur yağıyor bu şehre. Gemide saatlerdir pencere kenarında oturuyorum. Biraz Fransızca çalışıyorum, biraz da kendimi okuyorum. Okuyorum dediysem dinliyorum. Çünkü baktım okumayı başaramıyorum, aldım karşıma kendimi; anlat dedim, ne istiyorsun? Daha ne yapmak istiyorsun? Hiç. Kocaman bir hiç.

Önceden 25 yaşına geldiğimde yapmış olmayı umduğum çok şey vardı. İnanır mısınız, bunları sınıflandırmamıştım. A yolu ve B yolu vardı. Yolda duraklayacağım mola merkezlerinden, kahve alacağım duraklara kadar her şey belliydi. Gerçekleşmemiş olmasına şaşırmadın değil mi? Çünkü hiçbir şey planlandığı gibi ilerlemez. Ama bu sefer ben şaşırdım. Şaşırmaktan ziyade hayal kırıklığına uğradım. Yalnız bu da demek değildir ki şu andan memnuniyetsizim. Aslında oldukça mutluyum, bir o kadar da tedirgin..

Kulağımda hep yarınların ezgileri, dudağımda ise geçmişin sancıları. Mutluluk ve tedirginlik arasında yudumluyorum şarabımı. 25 beklediğim gibi olmadı. Kendimi yedinci kattan boşluğa bırakmış gibi savrulmuş hissediyorum. Ne ilginçtir ki yirmi beşin bittiği gün ya da girdiğim gün hep karışıyor kafamda. Bu kavramları bir türlü netleştiremiyorum. Her neyse ne diyordum? Ne ilginçtir ki yirmi beşimin ilk dakikalarına yine bu barda bir yaz günü yağmur eşliğinde girdim. Sanırım hayatımın son dönemlerdeki özeti tek kelimeyle: yağmur.

Sanırım bir kez daha teşekkür etmeliyim yağmura. Çünkü kendime bile itiraf etmek istemesem de yazmayı çok özledim. Gece gündüz yazmak istiyorum. Hem de öyle bilgisayara değil, tam da şu anda olduğu gibi deftere yazmak istiyorum.

Eskiden annelerden gizli tutmaz mıydık günlükleri? Öfkemizi, kırgınlıklarımızı ve en önemlisi aşklarımızı saklamadık mı o süslü püslü defterlerde? Şimdi teknoloji gelişti mertlik bozuldu demek istemiyorum ama bozuldu yani. Hepimizin bildiğini birbirimizden saklamanın lüzmu yok değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm.

Konu konuyu açtı, ben aldım başımı gittim. Hatta biraz da aklımın sokaklarında kayboldum. Bazı sokaklarda küçük bir kız çocuğuna denk geldim. Şikayet etmiyor, gözleri gülüyor ve oyun oynuyordu. Bu ben olmalıyım diye düşündüğüm sırada ben olmadığımı anladım. Kendi paralel dünyamda kaybolmak istemiyorum. Buradayım, tam da şu anda. Yağmur dinmiyor ve ben biraz korkuyorum. Bu sefer çuvallamaktan; kaybetmekten ve bir daha bulamamaktan korkuyorum. Ama buradayım, tam da şu anda. Korkulara teslim olup yitip gitmektense tercih ettiğim şu andayım!

Aşık oldum! ve bu sefer hiçbir şey kolay değil.

Ne zaman kolay oldu ki diye sorabilirsin sevgili okuyucu. Merak etme; ben de kendime sordum. Ancak bu sefer çok farklı konular mevcut. Olcak diyoruz; bu sefer çalışacak. Belki de ikimiz de buna inanmak istiyoruz. Hatta sen de inanmak isteyebilirsin. İnan lütfen.

Aşık oldum! ve bu sefer teslim oluyorum.

à l’Atlantico
4,8,16
22h17

Kendimi kendime.

<a href="http://www.youtube.com/watch?v=ZpA0l2WB86E?hl=en"><img src="https://i0.wp.com/www.bazenoyleolur.com/wp-content/plugins/images/play-tub.png" alt="Play" style="border:0px;" data-recalc-dims="1" /></a>

 

Kendimi dinliyorum.

Bok var gibi kendimi dinliyorum. Çünkü gerçekleri olduğu gibi söyleyecek tek kişi yine benim ve bu yüzden dinlemek zorundayım.

Her zaman haklı mı çıkar? Elbette hayır. Özellikle konu aşksa kalbimden kelebekler uçuşa geçtiği için onların cıvıltısından pek işitemem. O yüzden sağır duymaz uydurur ve sonunda da yanlış bir karara varmış olurum. Ama o yolda bana ait olur ve bir şeyler ortaya çıkabilir.

Bilemiyorum.

Kafam çok karışıyor; isteklerim ve tutkularımla birlikte kırgınlıklarım ve öfkelerim kıyasıya kapışıyor. Kimi tutacağımı bilmediğim gibi neye karşı savaştığımı da bilemiyorum. Bildiğim bir şey var; uzun zamandır hafta içi güneşli olan günler, hafta sonu yerini sağnak yağışa bırakıyor ve ruhumu öldürüyor.

Aslında bir bakıma işime de geliyor. Hafta sonları çalışmam gerekiyor. Eğer dışarıda müthiş bir hava olursa kendimi parklara atıp yeşilliğin tadını çıkartmak isterim. Mesela şu koşturmalar bitse de kendimi masa örtümü çimlerin üstüne serip D vitaminini doya doya alsam. Doya doya güneşe kavuşabilmem için de birkaç aya daha ihtiyacım var. Şu anda hem güneş isteyip de köşe bucak kaçıyorum. Akşam saatleri odama vuran güneşten kaçmak için panjurları tamamen kapatıyorum ama küçücük bir yerden sızıp gözlerimi rehin alıyor. Evin içinde güneş gözlüğü taktığım dahi oldu. Şaka değil gerçek. Ben de şaka olmasını isterdim.

Günler böyle birbirlerini kovalarken bugün aklıma okuduğum kitaplardan bir şey anımsadım. Bir yazar tam bana uygun bir şeyler diyordu. Tam da böyle şu anki hayatıma cuk diye oturuyordu. Biraz arattım tarattım ama sonra Kindle’da altıçizili cümlelerimi kolaycacık ortaya çıkardığımda o yazar bana göz kırpıyordu.

“Yalnızlığın coğrafyası yok. Ama insan sevdiklerinden oluşan kozasını geride bırakıp yabancı olarak damgalandığı bir yerlerde oldu mu, yalnızlığın kokusuna karşı daha bir keskinleşiyor burnu. İçinizdeki kelebeğin ağıt yakarak gövdenizde dolaşması acının en stratejik yöntemi, bir günlük acı, ama dünyaya bedel.”

Ben şimdi bunu çerçeveletip hayatımın ortasına asmayayım da ne yapayım? Acaba bunları ben yazdım da bana haber vermeyi mi unuttunuz?

Valla beni unuttunuz.

Bu Kafa Hangi Kafa?

<a href="http://www.youtube.com/watch?v=xAQujI-pu38?hl=en"><img src="https://i0.wp.com/www.bazenoyleolur.com/wp-content/plugins/images/play-tub.png" alt="Play" style="border:0px;" data-recalc-dims="1" /></a>

Her zaman insanın kendisini dinlemesi gerekir.

Fiziksel olarak çok sakin günler geçirsem de şu sıralar beynim çığlık atıyormuş. Ben de sanki bilinçli olarak kulaklarımı kapatmışım. Sonra nasıl olduysa yine feryat figan işittim. Bak hatta şu an kilisenin çanları çalıyor. Her yer sanki subliminal mesaj veriyor. Tamam aldım ben mesajı.

Bilirsiniz, yapmam gereken birkaç seçenek bir şey varsa ben de hiçbir şey yapmam, yapamam. Şu sıralar hayatıma yön çizmesi için yapmam gereken önemli şeyler var. Ama yine bilirsiniz ki hayatımızın hiçbir döneminde bitmez bu yapılması gerekenler. Yoksa mazallah yön veremezsiniz, hayat kontrolünüzden çıkar, ne yapacağınızı bilemez hale düşersiniz. İyi, daha iyi, çok daha iyi olmak için bu yapılması gereken önemli şeylerin yapılması gerekir.

İşte tam bu noktada yapılması gereken önemli şeylerin kıçına tekmeyi basıp bugün kendimi dinlemeye niyet ettim. Ofise gitmedim, uyandığım halde yataktan kalkmadım. Kalktıktan sonra da bir kahvaltı tabağı hazırlayıp odama gelip açtım bir filmi, geçtim karşısına. Kahvaltı tabağı dediysem buradaki sevdiğim kraker ekmeklerin üzerine peynir ve nutella sürüp onları tabağa dizdim. Bir de karışık  meyve çayıyla taçlandırıp güzel bir öğün sundum kendime.

Odamı topladım ve mumları yakıp attım kendimi yine yatağa. Şu son haftalarda Kindle’dan uzak kaldım. Tanpınar’ı suçlamak istemiyorum ama “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden sonra boğuldum, nefes alamaz oldum. Hatta kendimi Tanpınar’a ihanet etmiş gibi hissettim. Bu yüzden de uzak durdum. Sonra geçenlerde bir arkadaşın gönderdiği kitapla geri dönmenin tam zamanı kızım Tuğba dedim. İnce bir kitap, yeni ve genç bir yazar ama insanın içine oturan cümleler var. Öyle baya okudum onu. Belki saatlerce…

Büyük mumlarından biri bitmek üzere, diğeri de bitmeye yüz tutmuş. Ortanca üç tane mum ise hala gücünü koruyor. 

Kış günlerim için vazgeçilmez bol tarçınlı sahlebimi elime aldım. Bugün hava hem kapalı, hem yağmurlu hem de nasıl desem insanın uzaklarını sızlatıyor. Sahlep böyle bir günde yanımda olmalıydı.

Yanımdasın değil mi?
Duymuyor sesimi.
O mu?
Hiç.

Kendini dinle sevgili okuyucum. Kimse dinlemesin, sen dinle.

Ve unutma, kendi haline bırakılan hiçbir şey düzelmez. Odanı kendi haline bıraktığında ne hale geldiğini görüyorsun. Kendini de kendi haline bırakırsan sonucunu biliyorsun.

 

Ayrılığın Çayı Taştı

<a href="http://www.youtube.com/watch?v=AhH24I4mSpk?hl=en"><img src="https://i0.wp.com/www.bazenoyleolur.com/wp-content/plugins/images/play-tub.png" alt="Play" style="border:0px;" data-recalc-dims="1" /></a>

Mesela ben bundan kaç ay önceydi şu an kestiremiyorum ama çok aylar önceydi. Böyle 1 yıl desen değil az desen değil ne bileyim pek önemi de yok artık. Yani elbette düne kadar önemliydi ama sonuç olarak bugündeyiz ve bugün önemli değil. Bu neyi değiştirir bilemiyorum ama beni çok yorduğunu söyleyebilirim. Şimdi karşıma geçip seni ne yoruyor diye sorsan vermek istesem de sana belli bir cevap veremem. Sen de bunu anlayışla karşılarsın diye umuyorum. Eğer karşılamazsan da ayıp edersin.

Demem o ki sevgili okuyucu bundan aylar önce başlayıp binbir emekle büyüttüğümüz ilişkimize nokta koyduk. Noktayı kim koydu inanın ben de bilmiyorum ama anladığım kadarıyla ilişki kendi kendisini fesh etti. İkimize de tahammül edemedi ve sonunda bizi terk etti. Belki o biraz daha emek verebilirdi belki de ben biraz daha ilgilenebilirdim. Yapmadık. Sonra doğal olarak ne oldu bilin bakalım? Çaydanlığın altını açık unutunca tüm çay taşar ya işte bizde de her şey taştı ve içecek çay kalmadı. Oysa ki keyif çayı demlemiştim. Tadına varacak son yudumuna kadar içecektik. Şimdi ise tüm çay zehir oldu. Zaten ikimiz de çayı çok sevmezdik. Ben sadece kahvaltılarda içerdim o ise kahvaltıda bile eksikliğini aramazdı.

Tüm meselemiz bu olsaydı yine her şey çözülebilirdi. Ama meselelerimiz ufak ufak dünyayı ele geçirmeye hazırdı. Hatta ben tutmasam çoktan dünyayı fethetmişlerdi. Sonra benim bu tutmalarım umursamazlıkla ve ilgisizlikle suçlandı. Halbuki ben küçük şeyleri dünya sorunu haline getirmemeyi aylar önce öğrenmiştim. Ama ona bir türlü öğretememiştim.

Beceriksizdi. Evet belki bütün gitarlarını kendisi tamir edebiliyordu, hatta bozulan ne varsa takım çantasını ortaya döküp tamir ediyordu ama konu ilişki olduğu zaman en beceriksizlerden biriydi. Tamam kabul ediyorum ben de çok becerikli bir insan değildim ama çok fazla şeyi ardımda bıraktığımı söyleyebilirim.

Şimdi biz gittik, ilişki tek kaldı. Belki tek başına bir yerlerde büyüyordur. Belki de ikimizi de özlüyordur. Belki ikimiz de ilişkimizi özlüyoruzdur. Hatta birbirimizi özlüyoruzdur. Ama sonra ben hatırlıyorum birkaç şey. Yılbaşını aklımdan kovuyorum, diğer önemli günlerim geliyor,  önemli çalışmalarım, doğum günüm, sınav günüm ve hatta mezuniyet balom… Sonrası böyle içimde bir burukluk, kırgınlık ve büyüyen bir sancı oluyor. Küfür edesim geliyor gelmişine geçmişine. Onun değil ilişkinin. Ama ne fark eder ki zaten.

Bütün 2 kişilik biletlerimi siktir ediyorum hayatımdan. Tek kişilik yerlerde bile iki kişilik açtığım kapıları kapatıyorum artık. Yorgunum ve oldukça kırgınım. Geçmiyor, biliyorum. Çünkü o sadece günü kurtarıp kendisini affettirip sonra daha çok üzmeyi başarabiliyor. En başından beri böyle değil miydi aslında? 1 sürpriz yumurtaya affedebilecek kadar aptaldım. Ya da hazırlamış olduğu 1 tosta tav olabilecek kadar unutkandım.

Çay taştı ve ocağı batırdı. Bu benim canımı çok sıkıyor. Bulaşık süngerini alıp ocağı silmem gerekiyor ama yeni oje sürdüm. Keyif çayı boğazıma dizildi ve limonlu dondurma da yiyemedim. En çok bu yüzden öfkeliyim. Günlerce bütün ekşili dondurma isteyip üçün birini aldım. Benim olayım da sadece dondurmaydı. Onun olayı ise ben yurtdışına gittiğim zaman kendisinin rahat duramayacağını bilmesiydi. Sicilinin pek temiz olmadığını en iyi kendisi biliyordu. Çok yıkayıp paklamış ama lekeler duruyordu. Hep reddeder çünkü bay mükemmel olmak bunu gerektirir. Hep şikayet eder çünkü mükemmel olmak bir şeylerden hoşnut olmamaktır.

Şimdi herkes kendince kendi yolunda. Ama iyi ama kötü. Çünkü limonlu – vanilyalı dondurma gibi çok şey kenara itildi bu ilişkide ama en çok onlar hak ediyordu sevgiyi. Ben sevdim, tek başıma. Sonra babama laf arasında, “Baba biliyor musun kaç akşamdır canım limonlu dondurma istiyor.” dedim. Aradan 10 dakika geçti babam balkona çağırdı ve gittiğimde ne vardı biliyor musunuz? Limonlu – vanilyalı dondurma. Çünkü gerçek sevgi böyle bir şeydir.

Gözümden iki damla yaş süzüldü. Birkaç kaşık yiyebildim sadece.

Bu da senin bedelin Tuğbacığım dedim.

İçe Döküm

Screenshot_1

Sonra bugün birçok kez düşündüm. Hatta tam da şu anda bunu sorguluyorum. Blogum kapalıyken ki neden kapalı onu bile bilmiyorum ama tek bildiğim şu an bilgisayarımın yazılabilecek herhangi bir köşesinde bunu kendime sesli dile getiriyorum. Her zaman enerji veren Lenka bile içimdeki bu sesi bastırmaya yeterli olmuyor.

Ben ne yapıyorum?

İlk defa bir an durup bu sorgulayabilecek evreye geldiğimi fark ettim. Kendime ait olmayan bu yerde bunca sessizlik neyin nesiydi? Belki bir kaçış, belki bir hasret ve belki de biraz aitlikti. Sonuç ise hüsrandı. Şimdi neresinden tutup bir şeyleri birleştirebilirim bilmiyorum. Ne kadar dağınık bırakabilirim onu da bilmiyorum. Ancak içimdeki kara delik her geçen gün büyümeye devam ediyor.

Durduramıyorum. Belki de durdurmayı denemedim.

Bilmen gerekir sevgili okuyucum, bloggerdan bozma bu yazar bozuntusu fazlaca kırılgan, oldukça sessiz ve derin. Belkilerin kıçına tekmeyi basmayı öğrendiğinden beri sadece anı yaşamayı öğrenmişti ama artık bundan da pek memnun değildi. İçindeki mutsuzluk ve monotonluk kendisini yavaş yavaş öldürüyordu. Farkındaydı ama bir şey yapmak elinden ya da içinden gelmiyordu. Kaybediyordu, göz göre göre kendisini evinden uzak bilmediği arka sokaklarda yalnız bırakıyordu.

Bir gün çok özlediğim biri karşıma geçip; “İyi olmayı bırak, iyiymiş gibi görünmekten vazgeç. Güç dediğimiz gözyaşlarımızı saklamak değil. Bırak ne istiyorsan onu yap.” demişti ve elimdeki şarap kadehini alıp “Artık bunu sevmediğini biliyorum.” diye eklemişti. En azından ben öyle olduğunu düşünmek istemiştim. Şimdi de öyle düşünmeyi seviyorum.

Yeni bir başlangıç için belki de tüm köprüleri yıkmak gerekiyor. Kendimi ait hissetmediğim başka bir yerde daha az tatsız bir yaşam. Ben öyle ummak istiyorum. Siz de benim yerime dileyin. Yarın yine aynı gün olacak. Bunu sevmedim.

 

Taslaklarda Debelenenlerden
Sizden gizlim saklım yok sonuçta. 
Bunlar da yaşıyor, buralarda. 

Not: Fotoğraf yap-poz.com’dan Onur’a aittir.

 

Siu!

Henüz Veda Değil Bu

Screenshot_3

Haftalar oldu buralara gelmeyeli. Her zaman dediğim gibi kürkçü dükkanına yine döndüğüm günlerden birindeyiz. Hava Mayıs ayına yakışmayacak derecede yağmurlu, esintili ve buhranlı. Her yer dağınık tıpkı kafam gibi.

Aylar sonra belki de yıl oldu; tek başıma düşüncesiz bir şekilde öğle yemeği yemeli. Yağmur öncesi kitabımla bugün bir restaurantta öğle yemeğimi yerken bir yerleri ve bir şeyleri düşünmeyi bırakmam gerektiğini kendime söyledim. Hava yağacak kadar griyken bir o kadar da bunaltıcı bir sıcak vardı. Kararımı uygulamam gerektiğini bildiğim için bir şeyleri akışına bırakarak kitaba gömüldüm.

Çok sular aktı sevgili okurum. Dere kalmadı ama yollardan bile çok sular aktı. Biriktirip küçük göletler yaptım kendime. Sonra da yaşamın ardına gizledim, tüm umursamazlığımla. Şimdi de dağınık bir salonda oturmuş bu satırları karalıyorum. Ayrıca çok sevdiğim ve aylar önce keşfettiğim şarkının şu günlerde her yerde çalan şarkı olduğunu an itibariyle öğrenince buruk bir iç sızlaması yaşamadım değil.

Bir aksilik olmazsa 1 ay sonra mezun olmuş oluyorum. 12 Haziran’da kep atma törenim var ve ben hala tezin girişini bile yapmadım. Oldukça sakinim. Henüz yoğun iş başvuruları yapmaya da başlamadım. Eşyalarımı da toplamaya başlamadım. Ben henüz hiçbir şey yapmadım ve hiçbir şey yapmamaya and içmiş gibi bir türlü ısınamadığım ve benimseyemediğim bu evin salonunda belki de son yazımı yazıyorum. Anımsayamıyorum ama galiba ben bu evde hiç yazı yazmamıştım. Yazdıysam da dediğim gibi anımsayamıyorum. Her şey biraz tuhaf.

Şimdi üniversiteyi yeniden kazanmış olsaydım gibi cümleler kurmayacağıma çok önceden sözler vermiştim. Böyle dememek için elimden gelen her şeyi şu son günlere kadar yaptım. Bugünlerde de her şey pek önemsiz görünüyor gözüme. Ancak yeni başlayacaklara tavsiyeler verebilirim. Bunu bana diyenleri oldum olası sevmezdim, şu an ben de dediğim  için kendime de kızdım. Ama insan yapmam dediği her şeyi yapıyor. Bunu bilelim ve benimseyelim yeter.

Çok fazla ucuz insanlarla tanıştım. O kadar ucuzlardı ki değerlerini artırmak için başvurmadıkları yol yoktu. Hatırladıkça midem bulanıyordu. Ama şu günlerde ise hepsi bir hiç oldular gözümde. İnsanları nasıl bu kadar görmezden gelebildiğimi inanın ben de  bilmiyorum. İstemediğim zaman ne duyuyorum ne de görüyorum. Biraz daha kontrol altına almayı başardığım dönemlerde benden mutlusu olmaz heralde.

Bu arada kitap fuarını mükemmel bir şekilde bitirdik. Bahar şenlikleri bir sonraki döneme ertelendi ama o gün bulunan koşullar nedeniyle iptal de edilebilir. Kitap fuarı bizi yeterince mutlu etti. Çok tatlı insanlar kattım son dönemime.

Şimdi yeni bir başlangıç yapmak için bir ışık bekliyorum.

Her an her şey olabilir. 

Ama bilmenizi isterim, ben iyiyim. 

Tüm ahlaksız insanlara rağmen ben çok iyiyim. 

Kabuk

10445919_10152181408658861_1790619520146071846_n

<a href="http://www.youtube.com/watch?v=GKw58m0VuwA?hl=en"><img src="https://i0.wp.com/www.bazenoyleolur.com/wp-content/plugins/images/play-tub.png" alt="Play" style="border:0px;" data-recalc-dims="1" /></a>

Yatağa yatıyorum birkaç blog okuyorum, kalkıyorum. Biraz tez araştırması yapıyorum, kitap okuyorum ve sonra tezi yazmaya devam ediyorum. Pes ediyorum ve tekrar yatağa atıyorum kendimi. Sonra kalkıyorum ve blogu açıyorum. Bir ritüel haline gelen Haziran – Eylül arası yazmalarım kendisini iyiden iyiye göstermeye başlıyor. 

Bir hüzün var saç diplerimden parmak uçlarıma. Ara sıra da ağlama nöbetleri ev sahipliği yapıyor. Kendi dilimde bir şeylere veda ediyorum. Eksik ve yarım kalan tüm yarınlarımı bir kenara bırakıyorum. Öyle ya? Değişimin ta kendisiydi.

Aslında konuyla alakası olmayan ancak çok beğendiğim filmler izledim geçen gün. Hatta çok güzel kitaplar okuyup altlarını çizdim. Burada onlara yer vermek istedim. Ama karanlık bir odada ve iflah olmaz enerjimden dolayı aldığım notları sizlerle paylaşamıyorum. Sizin de çok merak ettiğinizi düşünmüyorum zaten.

Yapacak çok şey varken bir şeylere karar verememenin çaresizliği altında eziliyorum. Çok büyük problemlerim var ve o problemin en büyüğü ile şu anda karşı karşıyayım. Öldüremediğim sivrisinekler, beni yiyip bitiriyor. Korkarım, sabaha kadar bir damla kan bırakmayacaklar. Al yedin bitirdin beni diye haykırmak istiyorum. Belki biraz olsun beni anlar?

Sivrisinek ile kavgaya tutuşmaya başlayacak kadar denge çizgimi kaybettim şu sıralar. Kontrolden çıktığımın bir bir kanıtıdır, yalnız kaldığımda yaptıklarım. Denek olmaya gönüllüyüm. 1 saat beni yalnız bırakın ve o 1 saat boyunca beni kayıt altına alın. Ne ben kendime, ne de siz bana inanabilirsiniz. Böyle de bir anımız olur. Sanki hiç yokmuş gibi.

Yazının başına eklediğim şarkı aslında dalga seslerinden oluşuyor ve biraz huzurlu bir yanı var. Her şeyi dalgalarla alıp gözden kaybolana kadar götürecekmiş gibi. Ama tam da şu an o şarkıdan sonra Buckley’e geçip Hallelujah dinliyorum. Hatta dinlemekten kendimi kaybettiğimi itiraf edebilirim. Gözlerimi kapatıyorum ve açtığımda yazı bambaşka bir yerde oluyor.

Tanrım. Ben ne zamandır yeni başlangıçlar yapmaktan geri adım atar oldum? Hangi zaman dilimine kilitlenip kaldım ve hangi adamın dokunuşlarında kayboldum?

Yapacak çok şey var Sebastian ama yapacak heyecan yok.