bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

Yarım Yamalak

En çok da şu günlerde kendimden ne beklediğimi soruyorum. Belki koltuğumun altına aldığım sorumluluklarım buradan ayaklanıp giderken izlemekten ürküyorum. Belki de ayaklanıp gitmeleri için olağan gücümle kendimle savaşıyorum. İnsan kendisiyle savaşmaya başladığı vakit her türlü yenilgiye uğruyor. İster kazansın, ister kaybetsin sonuçta hep hüsrana uğruyorsun. Ne önemi var bu saatten sonra diğerlerinin?

Kırıklıkların, sancıların, yalanların, öfkelerin, ihanetlerin, mutlulukların ve yalnızlıkların… Hepsi tam burada avuçlarımda birikirken umutlarımı kanatıyor. Bir kenara bırakmaya çalıştığım ne varsa karşıma dikiliyor hesap soruyor Halbuki ben sadece dondurma istemiştim, üzerinde de fıstık. Bu kadar zor olmamalıydı hiçbir şey hayatlarımızda.

Günlerdir evin temizliğiydi, koşuşturmasıydı, yerleşmeydi derken günlerce yoğun ve tempolu bir halde şu ana kadar geldim. Yetmedi abuk sabuk bir dizinin sezon finaline kadar oturdum birkaç günde bitirdim. Başka hiçbir şey yapmadım. Ne kendimi tam olarak ait hissettim ne de fazla…

Kendime ait yaptığım ne varsa sanki şimdi hepsi başkasına aitmiş gibi hissediyorum. Sanki daha öncesinde benim yaptıklarım, benim gittiğim yerler değil hatta sanki bana bakan o çift gözler sanki benim arkadaşım değil. Ahh, ne büyük budalalık. Her şey döndüğümüz gibi olduğu gibi tüm acılarıyla tüm güzellikleriyle duruyor.

Yeni sezonun planını tam olarak yapmamakla beraber kendimi çok fazla yormak istemiyorum. Tamam fiziksel olarak yine üst noktaya kadar zorlamak istesem de en azından beynim böyle Ege’de yüzüyor, güneşleniyor, şarabını yudumluyor ve gün batımında uyukluyor olsun istiyorum. Bu aralar böyle diye diye Ege’ye birkaç günlüğüne kaçmazsam iyidir. Daha döneme yeni başlarken bir an önce bu senenin bitmesini istiyorum. Yine dengem alt üst olmuş vaziyette.

Haftaya diyorum, haftaya çok şey değişecek.

Bekliyorum sessizce.

Dondurması olan benimle paylaşabilir mi? Vanilyalı olsun lütfen.

Bol Yıldızlı, Alakasız Başlıklı, Kopuk Yazı.

Oldukça uzak şeyler bazen çok yakın olabiliyor. Kafalar arasındaki mesafeler bazı anlarda metro hattı gibi hızlı bir şekilde birbirine yaklaşıyor. Oysa bu nadir anlarda da pürüzler çıkartarak yakınlığın süresini düşürmeye neden olabiliyoruz. Genellikle uzaklığı yaşıyoruz; her şeyden. Kendimizden…

***

Kendimi kendime bıraktığım şu günlerde kafamda deli planlar dolanıyorum ortalarda. Planlar diyorum sonra da ev, temizlik, yerleşme ve sınav derken tüm planlarım ayaklarıma dolanıyor. Ne vardı kaçabilseydim birkaç günlüğüne sahil kasabasına diyorum. Yine de son anda bir şeylere karar verme huyumu bildiğim için kafamı boş tutmaya çalışıyorum.

İzmit’e eşyaları getirmesiydi, bayramdı, ziyaretti derken beynim allak bullak oldu. Ziyaretlerde değişmeyen klasik gülüşmeler, laf dokundurmalar ve hadi bakalımlar ne olacak bilinmeyen bakışmalar hepsi her bayram olduğu gibi tüm ailelerde baş sıraya oturdu. Bu bayram değişiklik yapıp gündemi kendi üzerimden az buçuk atmayı başarmış olabilirim. Her bayram kendi çocukluğumu dinlemek istemeyebiliyorum.

Geçen sene de kendi çocukluğumdan annemlerinkine atlamış teyzemlerle çocukluk kavgalarını gün yüzüne çıkartmıştım. Hatta ortalığı komple karıştırıp köşeye geçip kahkaha atarak onları izlemiştik. Çok eğlendiğim bayramlardan biriydi.

Bu bayramda teyzemden triplerin en büyüğünü yiyebilirdim. Yemedim bildiğin yuttum. Küçükken onu ihmal etmediğimden şimdi ise 5 gün oralarda olup da gitmediğimi hatta yemekler hazır beni beklemesini anlatırken varan 1, varan 2, trip vol 3 diye saydık durduk. Kıyamadı, kıyamaz da zaten. Eşya taşımacalı, teyze, amca, hala, dayı görmeceli yoğun 24 saat geçirmeyi başarabildik. Konunun dönüp dolaşım okul da bitecek eee bakalıma gelmeli anlık kriz ortamlarını da atlattık.

Bu bayram olsun artık ben demeden sen evlenmezsin de ne yapacaksın yüksek lisansa mı başlayacaksın tarzında sorulara geçerek birkaç evre atlamış olduk. Deveğe hendek atlatmak bile daha kolaydı bu evreyi atlatmaktan. Ama pes etmedim ve işte bu bayram bunu başarmış olduğumu fark ettim.

***

Size bu yazki bilgisayar maceralarımı ve lanetimi anlatmayı düşündüm aslında. Sonra anlatıp daha da çıldırmamak adına bilgisayara dair her şeyi rafa kaldırdım. Bilgisayarım hala yok. Yani bir ara vardı ama o da sorunlu çıktığı için yine yok. Yok yani yok. Bu yüzden de kendi bilgisayarım olmadan oturup düzenli yazı yazamıyorum. Gezi notlarımı odaya serip sessiz sakince onları birleştirmeyi hala yapamıyorum.

Anlatacağım. Düğünden, uzun yürüyüşlere, Afyon’da mahsur kalmamızdan, her şehirde hastaneleri ziyaret etmelerimize ve hatta Turgay abinin çılgın hayatına kadar hepsini anlatacağım. Tek ihtiyacım olan bilgisayarım ve biraz sakinlik.

***

Haftalardır bir türlü görüşemediğim -tamam annemin deyişiyle ektiğim- arkadaşlarımla görüşüyorum şu sıralar. Şehri terk ederken arkamdan küfür etsinler istemiyorum. Ben olsam bana küfür ederdim yani ama neyseki küfür etmiyorum. Ayrıca çok iyi bir insanım, birazcık anlayışlı olup bir dahaki sefere görüşürüz diyebilirdim. Esra gibi cadaloz olup gelmezsen gelir sürükleye sürükleye seni getiririm demezdim.

Bu haftayı görüşemediğim arkadaşlarıma ayırıp Füsun’a hiç çalışmadan haftasonu düğüne sabahı da sınava gitmeyi planlıyorum. Sanırım sevgili arkadaşımın notları gönderirken üstüne yazdığı “sanki çalışacaksın da işte :)” yazdığı gibi öylece duracak. Belki belli olmaz kimbilir.

***

Akşam eve geldim bir hareketlilik hakimken birden bir durgunluk çöktü. Nereye kayboldu annemler derken fark ettim her şeyi. Can bilgisayarı bana bırakmadı. E kitabımı okuyayım yahu dedim. İzmit’ gider gitmez Yağmur kolileri kurcalayıp kitaplarıma ulaşınca ben de en son aldıklarımdan bir tanesini yanımda getirdim. Kitabı elime aldım nereye geçsem derken salonda babamın maç ile ilgili yorumları izlediğini, yatak odasında annemin kitap okuduğunu, benim odamda Can’ın bilgisayarda takıldığını ve balkonda da Yağmur’un kitap okuduğunu görünce eee ben ne olacağım ya diye düşünmedim değil. Düşündüm tabi sonra Yağmurların odaya geçtim.

Her şeyi bir kenara bırakıp 500 sayfalık da olsa 700 de olsa elime aldığım kitabı bitirmeden kapatmadığım o günleri özlediğimi hissettim. Şimdi birkaç güne yayınca mutsuz oluyorum ve bu tembelliğimi bilgisayara bağlıyorum. Şuna bakayım, buna bakayım hopp yoruldumlar… Hayat böyle geçiyor, anlamadan.

Bir ara kitap okurken öyle çok ağladım ki Allah beni kahretmesin babam görmesin yine dalga geçecek diye peçeteye boğuldum. “Kitap okurken salya sümük ağlayana burun acıtmadan silen selpak satılır.” anonsu salondan yükselince oldu o zaman ağlamaya devam edeyim diyerek ağlamaya kaldığım yerden devam ettim. Sanki karakter benim, her şey benim başıma gelmiş, 15 yaşındaki Afgan kadını da benim hatta “ben aslında yoğum” modunda etkilenmeyi başarıyorum. Ne yapalım bu da benim zaafım.

Ben ağlaya ağlaya bu kitabı bitiririm birazdan. Sabah biriniz belediyeye haber versin de bu peçeteleri toplaması için birini görevlendirsinler. Zira her sabah çok yorucu olabiliyor.

***

Bu arada blogun temasını değiştirdim. Okan’ın içine oturmuş, dün gece 2′de; temayı mı değiştirdin sen, neye uğradığımı şaşırdım diye fırçalamak için aradı ama gözlerim uykuya yenik düştü. Oysa ben çok sevdim. Tamam yine bir şeyleri düzenlemedim ama baya yola soktum. Hem de bu sefer hiçbir şey bozmadan. Bilgisayarım gelince tamamen düzene koyup bir süre de bu temayla devam etmek istiyorum.

İnsan bir hayırlı olsun der, insafsızsınız.

Bir de bana da iyi bayramlar, size de.

2. günü bayramlar hep bitiyor benim için oysaki

– Bir gün her şeyin geçeceğini söyle.

– Bir gün her şey geçecek.

– Yalan söylüyorsun.

– Her şeyin geçmesi için önce inanmaya başlamalısın.

– İnanmasam da bunu duymaya ve içimde bir şeylerin kıpırdamasına ihtiyacım var.

– Bazen acınacak halde olduğunu düşünüyorum.

– Ben herkes yerine kendime acıyorum. Acizliğim dizlerimden çözülürken, düşüncelerim bedenime kenetleniyor. Her gün filmi en başa sarıyorum, yetmiyor özetlerini izliyorum.

– Ayakta kalmalısın.

– Anlamanı beklemiyordum zaten.

– Anlatmayı deneyemeyecek kadar korkaksın.

– Sen de anlamaya çalışmayacak kadar umursamazsın.

– Diline doladığın küfürleri bir kenara bırakıp sıkı sıkı elindekilere sarılmalısın.

– Sorun da bu ya zaten. Hiçbir şey yok. Hiçbir şey. Anlıyor musun? Elimde hiçbir şey yok.

– Yarınlar var.

– Her gece gözlerimi kapatıp uykuya dalmak için nöbetler geçirirken yarın olmasın diye dua ettiğim yarınlardan bahsediyorsak; incitiyorsun beni.

– Bu kadar karamsar olmayı bir kenara bırakmalısın.

– Nefes almayı bir kenara bıraksam daha mutlu olacağım. Hatta çok mutlu…

– Bir gün her şey arkada kalacak. Her şey geçecek ama biliyorsun zaman.

– İnanmıyorum ama söyle.

– İyi olacaksın.  Avuçarımızdaki tortu içimizi kanatmayacak.

– Aslında uyumak iyi geliyor ama uyuyana kadar ölüyorum.

– Uyanınca daha çok öleceksin.

– Her gün ölmek yerine bir kez ölmeyi yeğlerdim.

– Oysa ben bu kadar güçsüz olmamayı yeğlerdim.

– Sandığımdan daha güçlüsün. Belki benden bile fazla. Dibin bile kilometrelerce altına tünel kazmış oralara batıyorum. Şu halime bak. Gözlerimin altındaki morluğa, kaşlarımın yanındaki çizgiye, saçıma ve sakalıma bak. Ya bedenim? Bedenim her gün intihar ediyor. Ben bitmiş bir adamım.

– Yeniden seveceksin.

– Buna sen inanıyor musun?

– Kendim için inanıyorum. Bir gün yeniden seveceğim. Çok seveceğim.

– Ya da olduğu gibi çok sevmeye devam edeceksin.

– Canımı acıtıyorsun.

– Beni avutmaya çalışırken kendini kandırmana engel olmaya çalışıyorum.

– Aksi bir adamsın.

– Biliyorum.

– Ben en iyisi çay koyayım.

Kütahya Kent Tarihi Müzesi

Germiyan sokakta gezinirken diğer sokağa geçtiğimizde birden bir kapı açıldı ve beklenmedik bir ilgi ile müzeye davet edildik. Kütahya tarihi müzesi olduğunu öğrenince hemen girelim dedik. İlk başta en üst kattan gezmemizi isteyen Feride Hanım’ın dediklerine uyduk ve tarihin sayfalarını koklayacağımızdan habersiz konağın 3. katına çıktık.

Kata çıkar çıkmaz Kütahya’nın sosyal hayatı karşıma geldi. Kadınların ve adamların eski dönemden beri ne giydiklerinden, Kütahya’nın yemeklerine kadar oldukça çok hoş şeyler hazırlanmış. Hele bir de mankenler vardı ki sormayın. Gelin odası, baş odası, kına odası gibi geçmişin örnekleri canlı kanlı karşınızda duruyor gibi hissediyorsunuz.

Hepsini zevkle izledikten sonra alt kata iniyorsunuz ve Kütahya’daki meslekler karşınıza geliyor. Her odaya heyecanla girmek istiyorsunuz. En güzeli de bazı müzelerdeki gibi fotoğraf çekme yasağı yok. İstediğiniz kadar fotoğraf çekebilirsiniz.

Biz sanırım baya oyalandık üst katlarda. Yani o kadar güzeldi ki oyalanmamak imkansız. En alt kata indiğimizde Feride Hanım ve Mustafa Bey yine bizi büyük bir ilgiyle bizi karşıladılar ve alt kısımları gezdirdiler. Öncelikle fotoğraf odasında eski fotoğraflara baktık. Ki bu odanın güzelliği her fotoğrafa dokunduğunuzda ters dönüyor ve yeni hali karşınıza geliyor.

Daha sonra Feride Hanım panolardan önümüze sırayla bilgileri çekti ve anlatmaya başladı. Öyle güzel anlatıyor ki onun tadını çıkartmak için not almak bile istemiyorsunuz. Sadece o güzel ve vurgulu anlatımın keyfini sürmek istiyorsunuz. Feride Hanım’ın sunumları sırasında kendisinin müzeyi nasıl benimsediğini ve anlattıklarını nasıl yüreğinden akıttığınızı anlamak hiç zor olmuyor. İlle de ben çok odunum anlamam yahu öyle şeylerden diyorsanız gözlerinin içine iyice bakın, her kelimede o parıltıyı hissedeceksiniz.

Mustafa Bey ile paslaşarak ve sorduğumuz sorulara hiç sıkılmadan yanıt vererek bizi kendilerine hayran bıraktılar. Mustafa Bey müzenin 3 aylık güvenliği olmasına rağmen tarihi kendisine çok yakın hissetmesinden dolayı rehber kadar bilgiliydi. Hatta birçok müze rehberinden oldukça çok daha iyiydi. Feride Hanım’a çok saygı duyduğu ve örnek aldığı her cümlesinden belliydi.

Bahçedeki çinilileri de gösterdikten sonra ayak üzeri sohbet ettikten sonra çay ikram ettiler ve müzenin önündeki banklara geçtik. İşte tam o sırada bankın yanında yaşayan ninemiz ile de öyle tanıştık. Feride Hanım nine keyif çayın diye seslenirken 75 yaşında olan; bir o kadar genç ama bir o kadar da yorgun bakan o çift göz ile tanıştık. Oğlunu kaybettiğini, arada sırada torunun geldiğini ve artık o sokak civarında yaşayan sadece kendisinin olduğunu anlattı. Kışları soğuk oluyormuş evi sobalı olduğu için kışları torununa gidiyormuş. Öyle yalnız ki buralar biri öldürmeye kalksa çığlıklarımı kimse duymaz dedi.

Eski Kütahya’yı anlattı; önceden hiçbir kötülük olmadığını hatta şu an bile çok fazla olmadığına değindi. Yaşanan kötü şeylerinde yerlilerin değil dışarıdan gelenlerin yaptığını söyledi. O sırada yalnızlığın üzerine komşuluktan bahsetti. Komşuluk her geçen gün anlamını yitiriyor ama bu gençler öyle sahip çıktılar ki aile gibi olduk dedi. Gerçekten de bir aile gibiydiler. Feride Hanım ise günde 8-9 saat orada olduklarını yeri geldiği zaman ailelerinden daha çok birbirlerini gördüklerini ve aslında gerçekten evleri gibi olduğunu söyledi.

İmrenilecek bir müze ortamı vardı. Müzenin en ufak bir noktasında toz görmemem bile beni çok mutlu etti.  O müzeye adım atmadan önce Kütahya’nın bu kadar büyük bir kültüre sahip olacağını beklemiyordum. Evet, her yerde geçmişin izleri vardı ama aslında bu izlerden bu kadar çok etkileneceğimi beklemiyordum.

Çaylarımızı içtikten sonra teknik bir servis geldi. Feride Hanım’ın gezdiremediği Mustafa Bey’in gezdirdiği yan konağa geçtik. Özellikle biz hatunlar için incik boncuk ne ararsanız el yapımı, çok değerli şeyler mevcuttu. Özellikle taşlar çok etkileyiciydi. Tabi her zamanki gibi benim gözümü akik aldı. Bu arada bu kısımdaki incik, boncuk, gümüşler, taşlar, manyetikler satın alınabiliyor. Hepsi de genç kızların elleriyle yapılıyor.

Aynı zamanda burada yüzyıldan eski olan ve hala çalışan bir piyano mevcuttu. Tuşlara basmanıza bile izin veriliyor. Kafanızı biraz içine sokarak da nasıl çalıştığını gözlemleyebiliyorsunuz. Bir de bu önceki zamanlarda açık hava gösterimi yapılırken bu beyaz perdede hani, işte onun neyi vardı ya bak adını unuttum. Neyse ki fotoğraflar neyi demek istediğimi size çok net açıklayacaktır.

Bir de burada Kütahya arşivi olan bir oda mevcut. Kütahya’ya dair ne ararsanız hepsi o odada var. Gazeteler, dergiler, kitaplar, yazılanlar, çizilenler… Tam sayısını hatırlayamamakla beraber Kütahya’nın geçmiş tarihlerinden oluşan albümler mevcuttu. Tek tek açarak hepsini inceleyebiliyorsunuz.

Ahh demeyi unuttum bir de bu müzenin çok güzel bir düşüncelerinizi ifade edebilmek için bir alanı var. Küçük kağıtlara ziyarete gelen insanlar müzeden çıkarken düşüncelerini yazıp oraya yapıştırıyor. Biz de elbette düşüncelerimizi yazıp yapıştırdık. 2 yıllık bir müze olmasına rağmen çok fazla ziyaretçiye de sahip. Eğer olur da yolunuz Kütahya’ya düşerse kesinlikle ilk önce gezmeniz gereken müzelerden biri. Hatta sırf görmek amacıyla özel olarak bile yolunuz düşmüyorsa bile düşürülebilir.

Bizim göremediğimiz ve gezemediğimiz o kadar çok yer kaldı ki hepsi artık bir gün yolumuz düşse de hepsini gezsek diye düşündük. Hele ki Aizanoi Antik Kenti göremediğimiz için çok üzgünüm.

Özellikle Feride Hanım’a daha sonra Mustafa Bey’e ilgileri için çok teşekkür ederiz.

 

Fotoğraflar:

İlk Durağımız Kütahya; Merhaba.

İstanbul’dan hareket ettikten sonra uyumaya çalıştım bir süre. Bilgisayarda takıl onu karıştır, bunu kurcala derken bir ara gözlerimi kapatmışım. Sonra böyle gözlerim buğulu şekilde camdan bakarken, burası ne kadar da tanıdık gibi diye içimden geçirirken yahu aynısı İzmit’te de var eheh derken birden burası İzmit diyerek kendime geldim. Meğersem ne kadar çok özlemişim orayı. Cama yapıştım İzmit’e bakıyorum. Halkevinde inip Zanzi’ye geçmeyi düşünmedim de değil. İzmit’e ne çok anlam yüklemişim.

Uyumak ve uyanmak arasında tüm geceyi geçirdim ve hatta otobüste kıpır kıpır olan bir bendim diyebilirim. Sonra birden gözlerimi açtım porselenleri gördüm. Hala neden dediğimi bilmiyorum ama uyandırırken; panik yapma Kütahya’dayız dedim. Sonrasında çok güldük. Sabah 6 ve biz Kütahya’dayız. Servisle merkeze geçtik ve herhangi bir yerde indik. Biraz şaşkın bakışlarla nereye gitsek ki diye düşündük. Etrafta kimseler yok tabi.

Sonra tabelaları gördük, şu tarafa gidelim dedik. O sırada da kaleyi gördüm. Aha dedim kale ilk hedefimiz olsun. Ayy demez olaydım. Sabahın 6’sı ne kalesi yahu derler insana ama demediler işte. O sırada simitçiye usulca yaklaştık ve iki sorumuz var dedik. Öncelikle kaleye nasıl çıkabiliriz ve ikincisi gözleme nerede bulabiliriz diye sorduk. Simitçi gülümseyerek önce karnınızı doyurun dedi. Gözlemeciler 12’den önce açılmaz ama mercimekli börek kesinlikle yemelisiniz dedi. Mercimekli börek mi? Hı ho ben istemiyorum derken almış bulunduk. Hatta karşıdaki kahveyi göstererek çayınızı da içebilirsiniz dedi. Kahve dedi lalala diyerek sevinçle kahveye doğru yol aldık. Hoş kahveden daha çok modernize edilmiş çay ocağı gibiydi. Ağaçların altında küçük hatta çok minik masalar ve tabureler, gazetesini okuyan bir adam ve çaycı vardı. Dışarıya oturduk ve çok güzel demlenmiş çayımızla umduğumdan çok daha güzel olan lezzetli mercimekli böreğimizi yedik.

E dedik kalkalım yürüyelim ve burnuma gelen güzel bir kokuyla kafamı çevirir çevirmez fırından bir ded ve ondan daha genç biri çıktı. Ayaküstü sohbet ettik. Nereden geldiğimizi sordu, ne okuduğumuza kadar  konuştuk. Hatta çayımızı için dediler ama daha az önce içtiğimiz için buruk bir şekilde teklifi geri çevirdik. Evet, buruk bir şekilde diyorum çünkü o kadar şeker insanlardı ki dönüşte gelelim içelim dedik. Bize yolu tarif ettiler ve biz de düştük yollara.

Tırmanıyoruz.

Şaka değil gerçek. Yazlık sandaletlerimle patikaya tırmanıyoruz. Tırmandıkça bitmiyor, yürüdükçe ulaşamıyoruz sanki. Arkamızı dönüp şöyle bir Kütahya’ya bakıyoruz; sanki birçok köyün bir araya gelmesiyle oluşmuş, kasaba; kasabaların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir şehir görüntüsü var. Huzurlu kokuyor, hoşuma gitti. Ninenin de dediği gibi emekli şehri kesinlikle. Nine kim derseniz onu bir sonraki yazımda uzun uzun anlatacağım.

Kaleye gelmişken neredeyse pes edeceğim. Çantalar ağır, hava ısındı ve tırman tırman hala zirvede değiliz. Sonra birden geldik ve etrafta dönmeye başladık. Selçuklu’dan kalma tek eser olan camiinin etrafında dönünce kalede hayat olduğunu anladık. Kuru bir kale beklerken gayet canlı bir yer görmeyi beklemiyordum. İlk adımımızla çeşmenin üzerinde burada bulaşık yıkamayın yazısını görünce işte Türk dedim, demek ki buralarda bir piknik  alanı var. Önden yukarıya doğru çıkarken, insan geliyor, aaa çay bahçesi varmış yahu diye bağrındım.

Suyu bitmiş ve susuzluktan ölmek üzere olan bir insan olarak sevinçten şarkı söylemeye başlayabilirdim. Elbette başladım, başlamadım da değil. Hatta bir arabayla gelen birkaç kişi vardı, ileride de iki amca oturuyordu. Amcalardan biri kalenin bekçisiymiş. Üst tarafa döner restaurantın olduğu yere götürdü. Ama ne yazık ki 12’de açılıyormuş. Özelliği ise 1 saatte 360 derece dönüyor. Siz gözlemenizi afiyetle midenize indirirken o sürede dönüyorsunuz ve Kütahya’yı en tepeden her açıdan görüyorsunuz.

Kaleyi gezdikten sonra alt tarafa indik ve nasıl ineceğimizi sorarken Halil amcayla Kütahya’nın geçmişine bir pencere açtık. Bize kalenin eteklerinden şehri gösterirken hikayeleri ve eski dönemleri anlattı. 20 yıl öncesi bile yoktu işte şuralar diye hiç enerjisini bitirmeden anlattı. Hatta anlatmaktan keyif aldığı, Kütahya ile gurur duyduğu çok belliydi.

Tüm hikayeleri dinledikten sonra özellikle kalenin tarihini öğrendikten sonra yola çıkmaya hazırlandık. Hedef Tarihi Kütahya Evleri olarak belirlendi. Halil amcanın çılgın köpeği bize eşlik etti. Yol boyunca köpek ile atıştık durduk. Hadi bizi geçirdiğin yeter desek de içi sinmedi; teee en aşağılara kadar bizimle aynı adım atarak, ilerlediğinde bekleyerek, geri kaldığında koşarak bizimle aynı gitmeyi başardı. Ahh Rozi sen ne tatlı bir köpeksin.

Halil amcanın tarif ettiği İshakçılara geldiğimizde otobüse soracakken yoldan geçen başka araca sormak durumunda kalınca ilk otostopumuzu da çekmiş bulunduk. 10 dakika ya gittik ya gitmedik tam emin değilim, ama o arada bile çok hoş sohbetler ettik. Hatta arabadan inerken araçtaki hazırlanmış çantayı fark ettiğimi görünce; arabayı kullanan, işte benim de çantam böyle güzel bir maceraya hazır ama eşlik edeni yok henüz dedi. Daha sonra da girişi tarif etti. Tam o sırada konuşurken otogar muhabbetlerine girince yan tarafta olan amca otogara gitmeye çalışıyorsanız o tarafa gidiyorum, sizi bırakabilirim gençler dedi. Şaşırdık, böyle bir şey beklemiyorduk Kütahya’dan. Teşekkür ettik Germiyan sokağına ulaşmaya çalıştığımızı söyledik. Tee buradan dümdüz gideceksin dedi. Germiyan sokağında Tarihi Kütahya Evleri ile de öyle tanıştık.

İnsanlar sıcak kanlıydı, sorduğumuz her bir soruya yanıt aldığımız gibi daha sormadan bile aklımızdaki soruların yanıtlarını alır olduk. O sırada Sibel’i uyandırdım, kalk kız biz geldik dedim. Biz gezene kadar ona hazırlanma süresi tanıdım.

Sokağa tam anlamıyla bayıldım. O nasıl bir güzelliktir, ne hoş bir yürüyüştür öyle. Hele o evler ne kadar güzel. Geçmişin izlerini sırtında taşırken yorulan konakların daha fazla sevilmeye ihtiyacı var. Sokakta evleri incelerken bir konağın önünde bulduk. Kapalıydı, hayal kırıklığı yaşarken; az önce geçtiğimiz diğer ayrımdaki sokakla devam etmemiz gerektiğini hissettim. Ve diyorum ki iyiki hissetmişim. Kütahya’yı bana tanıtan o sokağı ve o üç insanı unutmayacağım. Nine de bunlardan biri. Diğer yazıyı sadece o üç insana ve o müzeye ayırmak istiyorum.

Bu arada Manisa teknik sebeplerden dolayı iptal ve Eskişehir’e geçiyoruz 5 arabasıyla.

***

Yukarıdaki fotoğraf: “Burada bulaşık yıkamayın.” hatırası.

ve ondan sonraki de Germiyan sokakta, zile basıp kaçalım çocukluğu.

 

 

Bakkala Kadar Gittim, Döneceğim.

Bir şey unuttum mu hala blimiyorum. Sanırım ihtiyacım olana kadar da ne unuttuğumu bilemeyeceğim. Bu arada yoldayız. Gerçekten yoldayız yani. Son ana kadar türlü aksiliklerle 1 arabasındayız.

Bir ara yola çıkamayacağımızı düşündüm, yarına kalabilirdi. Elbette dünyanın sonu olmayabilirdi ama benim canımın sıkılması için yeterliydi. Çorlu’dan 23:15’te hareket edecekken 23:38’de hareket ettik. Oldukça gergin dakikalar geçirdim. Zaten orada böyle sakince otobüsü beklemek beni çıldırttı. Babam varken de böyle olay çıkartmak istemiyorum. Ama sonunda babam yetişemeyeceksin diyerek ortalığı ayağa kaldırmayı başardı. İşte o an kimin babası ya dedim ve gelen otobüs bekleme yapmadan hemen hareket ettirildi.

Otobüse yanlış firmanın yolcusu da bindiği için sorunlar ve beklemeler daha da bir arttı. En ön koltukta yola ve tepedeki saate gözlerimi diktim, dudaklarımı kemiriyorum. Yetişememe ihtimaline göre tüm olanakları değerlendirmeye çalışırken en iyi seçenekle yarın sabah arabasına kalıyoruz dedim. Sonra hızlandık ve 10 dakika kala geldik ama bu sefer de alt tarafta indirdi, yukarıya da tam 01:00’da servis varmış. Help çığlıkları attım sanırım telefonda, yanımdaki görevli gelin sizi götüreyim dedi ve sağolsun çok hızlı bir şekilde beni yetiştirdi. Evet, bildiğin yetiştim yahu.

Bilgisayarım servisten hala gelmediği için Okan’ın bilgisayarındayım. Bu bilgisayarda çok dilekçe yazdığım için klavyeye pek yabancı değilim eheh. Hatta mozillayı da kaptım, benimdir. Tüm her şeyleri yerleştirdim. Bir ara bilgisayara dantel örteceğim diye korktum. Bilinçaltımda böyle şeyler mi var yahu diye korkmadım da değil.

Kütahya’da @dogalselection için çeyizlik porselen bakacağım ahah.

Bu arada twitterdan iyi dileklerde bulunan herkese çok teşekkür ederim.

Böyle garip bir şekilde onların varlığı iyi geliyor. Çok mutlu oldum.

@duzensizfiil’e de en gergin anlarımda fikirler vererek beni sakinleştirdiği için ayrıca teşekkür ederim.

Tek tek teşekkür etmek istiyorum ama ışıkları kapattılar yaa. Belki uyumayacağım ben. Ühüh.

Sabah iner inmez Sibel’i arayacağım kalksın; nerede en iyi gözlemeci var söylesin, gözleme yiyeceğim ben. Bizim bakkalda gözleme kalmamış Kütahya’da var dedi, aslında bu yüzden yollardayız.

***

Gitmenin neresinden bakarsanız bakın, çok hüzünlü. Kalmaktan bile daha hüzünlü olduğunu düşünüyorum çoğu zaman. İstersen 1 saatliğine git, istersen 1 aylığına… Bir yanın buruk kalıyor, ardında bir şeyler bırakırken. Hiçbir şeyin ardında çok şey saklı oluyor.

Gitmeli bazen insan, kendinden.

Gezi Rotamız

Yarın gece büyük ihtimal 1 arabasıyla Kütahya’ya doğru yola çıkmış olacağız. Belki Sevil işlerini ayarlayabilirse yarından o da bizimle gelebilir. Onun dışında bugün birkaç karışıklık oldu, son anda tersliği sezerek hemen olayı çözüme kavuşturdum.

Okan az önce t-shirtleri attı. Ters baskı olmuş; önü arkasına, arkası önüne olmuş. Yine de fena değildi, sevdim. Kırmızı ve siyah yazı olmuş. Birkaç günde iyi yetiştirdi.

Çantamı hazırlamaya başladım bugün. Ütülemekten eskittiğim t-shirtlerime “merhaba” diyorum. Yanıma alacakları unutmayayım diye not alayım diyorum aman nasılsa aklıma yazdım boşver diyerek erteliyorum. İşte bu yüzden önemli birkaç şeyi unutmayı başaracağım. Bu da bir marifet tabi.

Eğer yollarda sorun yoksa 6-7 gibi Kütahya’da olurmuşuz. Sibel var, liseden arkadaşım. Kütahya’daymış, bilmiyordum. Facebookta paylaşınca yazdı, bilgilendirdi azıcık. Gelir gelmez beni uyandır dedi. Saat 5’te aramaya başlarsam 7 gibi anca uyandırabilirim heralde.

Bir de gözleme meşhurmuş, gözleme yiyeceğiz eheh.

 

Sahi rota diyordum; nerede kaç saat kalacağımız belli olmamakla beraber rotamız budur.

 


İstanbul – Kütahya – Manisa – Eskişehir – Ankara – Afyon – Uşak – Sivasli – Banaz – Burdur – Antalya – Çivril – Denizli – Nazilli – Aydın – İzmir – Didim – Kuşadası – Söke – Selçuk – İzmir – Aliağa – Dikili – Bergama – Sarımsaklı – Ayvalık – Burhaniye – Edremit – Altınoluk – Akçay – Bursa – Altınova – İstanbul.

Geziye Adım Adım

Geziye birkaç gün kaldı ve sanki bir yerlerde bir şeyleri eksik yaptık düşüncesi beynimden bir türlü gitmiyor. Neyi atladık, nereyi eksik bıraktık bir türlü bulamıyorum. İçimdeki bu his gitmediği sürece beynimi yemeye devam edeceğim gibi görünüyor. Tuhaf bir şekilde içimde böyle büyük bir coşku da yok. Sanırım devamlı bir şekilde ertelediğimiz için olsa gerek.

Bu sefer ben bu kadar sakinken, Okan pek heyecanlı görünüyor. Bütlerinin arasında koşturup duruyor. T-shirt işini ya halletti ya da halletmek üzere. Hala tasarımını bile görmemişken iyi bir şeyler ortaya çıkacağından eminim. Yanılmıyorsam rengi de kırmızı oldu. Okan defalarca kez arayıp şurada bunu buldum bu renk bencec kaliteliye de benziyor dedikten sonra tekrar arayıp netten baksana ya belki daha iyi var dedi durdu. Sonra tekrar arayıp bu sefer bunu buldum dedi.

En son hangisinde karar kıldığımızı hatırlamıyorum bile. Hepsini geçtim bir de Okan’ın sanatıma dokunması var ki sormayın. 1 tanesini xl istedim. Ben xl giyiyorum, olmaz kesme. Tüm hepsi bittikten sonra söz sana kesip biçmen için vereceğim, bak olmaz yollarda dese de sonunda benim dilimden kurtulamayacağını anlayınca pes etti ve tamam ya tamam dedi. Hatta bir ara ikna etmek için güneş ışınlarından bile bahsederken buldum kendimi. Ne alaka diye sormayın, ben de bilmiyorum.

Bu aralar annem keşke o kadar yere izin vermeseydim, izin vermesem gider miydin ki diye sorup tabi giderdin diye kendisi cevaplıyor. Babam denize girerseniz bir yerlerde çok açılmayın diye uyarılarda bulunurken annem deniz mi ayy ayy sakın kıyıdan ayrılmayın diye panik krizlerini yaşıyor. Ben de sadece izliyorum.

Bu arada laptobum gelmedi, uzun bir süre de gelmeyecek gibi. Ümidi kesip Yağmur’a rüşvet verip geldiği zaman babam görmeden teslim almasını isteyeceğim. Babam servisten geldiğini görürse çıldırabilir gibime geliyor. Ya da yola çıktıktan sonra arayıp baba laptop serviste, fatura ellerinden öper; gelince görüşürüz diyip telefonu günlerce kapatayım. Ama ilk seçenek daha sakin ve daha mantıklı. Yağmur’u zayıf noktalarından vurabilirim.

Son 2 gün eksiklikleri giderip gideceğimiz yerlerle ilgili ufak bilgiler elde edip onları not alarak tamamlamak istiyorum. Nitekim ben ve Okan devamlı kaybolan insanlarız. Yani evet önceden Okan kaybolmuyordu ama bu son sene benimle olduğu her vakit yolları kaçırmaya başlamıştı. İzmit’in içinde bile yolları kaçırarak defalarca gideceğimiz yere geç kalmayı başarabiliyorduk. Sevil’in de dengesini bozup onun da kaybolma potansiyeli içine girmesini istemiyorum. Mümkün mertebe onlar önden yürüsün, ben onları takip ederim. Eğer bana bırakırlarsa off var ya günlerce kendimizi bulmakla uğraşırız.

Sahi bir de Sevil’in 8’inden sonra geleceği durum var. Sanırım biz bir de onu ayarlamakla uğraşacağız. Sevil’i büyük ihtimal bir şehirde bekleriz. 4 gün de çok fazla ilerlemiş olamayız zaten. O da koşarak bize yetişir. Ankara’da bekleyelim bence, Sevil gelince bi Ankara düğününe gider, tadını çıkartırız.

Düğün demişken, beni bu düğünler mahvetti.

Canı Sıkılan İnsandan Kork

Tek canı sıkılan, sıkıntıdan patlayan, ne yapacağını bilmeyen tek ben değilimdir eminim. Ama herkes bir yerlere saklanmış bulmamızı istemiyorlar gibi. Yine de oralarda bir yerlerdesiniz, çıkın ortaya.

Hayatta en büyük hastalık hiçbir şey yapmama hastalığıymış. Bizzat şu günlerde yaşayarak görüyorum. Çağımızın en büyük vebası kesinlikle hiçbir şey yapmadan yaşamak… Hayatımı o kadar hızlı yaşamaya, o kadar dolu geçirmeye alışmışım ki şu günleri böyle bunalımlı geçiriyorum. O kadar yoğunken ne zaman bitecek bunlar, ne zaman kafamızı dinleyeceğiz, ne zaman sakin bir hayatım olacak diye çıldırıp duruyordum. Meğersem o günler en güzel günlerimmiş.

Annemin dediği gibi sakin günler geçirmek bana göre değil. İlla ki bir şeylerle uğraşmalıyım. Yoksa amaçsız amaçsız ortalarda dolanmaktan bunalıma giriyorum. Bu böyle olmuyor bari bir iki sanatsal şeyle uğraşayım dedim. Benim için farklı bir alan, babam için ise bitsin artık bu çile moduna dönüştü.

Çıkarttım tüm t-shirtlerimi orası burasını kesip yeni modeller çıkartmaya başladım. Gittim gerekli birkaç malzeme de aldım. Makasımı alıp yakalarını, kollarını, eteklerini her bir yerlerini keserek sanatsal bir çalışma kattım ortaya. Tüm günümü onlarla gerçekten çok güzel geçirdim. Biraz daha internette model çeşitlerini gezinmeliyim diye düşünüyorum. Daha farklı nerede absürd şey var onu bulmalıyım. Hatta hemen yapamayayım böyle günlerce uğraşayım istiyorum.

Bugün tam olarak panayır alanına çevirdiğim odanın kapısında dikilen babamın şaşkınlığını doğal karşılıyorum. Sonuç olarak tek boş yer yok ve her şey kumaş çöplüğüydü.

-O benim t-shirtüm değil mi?

-Ya baba, hiç giymiyordun tamam mı? Orada eskisin kalsın mı? Ben giyeceğim artık.

-Ne diyorsun?

-Baba istemiyorsan söyle geldiğim gibi giderim. Bir t-shirtü bana çok görüyorsun.

Büyük taarruzu duygusal atakla atlattığımı düşünürken birden yine bir soru geldi.

-O senin daha dün aldığın t-shirt değil mi?

-Ya baba kesmek için xxl aldım ben onu.

Sonra annen gelsin de bu odayı görsün bittin sen bakışı attı ve uzaklaştı. Ben de sanatıma boyalarla devam ettim. Bir ara pantolonlarımı da kesip kapri ya da şort falan yapayım dedim ama babamın birden çok üzerine gitmemek gerek diye düşündüğüm için onu bir süreliğine erteledim.

Bu arada bilgisayarım hala gelmedi. Yedek parça bekleniyormuş. Bilgisayar gelmeli dedikçe gelmemekte inat ediyor. Gezinin ertelenmesini istemiyorum, inat etme de gel artık. Hayır babamlar da bilmiyor serviste olduğunu. Ben dokunmadım desem de inanmayacak ki. Tüm her şeyi bozmakla yükümlüyüm zaten. Ben bu evde olmasam bile bozulan her bir şeyden ben sorumlu olabilirim. Tamam geçmişim pek parlak değil ama insaf ya.

Ben bunları böyle düşünürken babam elinde kocaman bir kumaşla geldi ve al sana sanat dedi. Şimdi tüm her şeyi rahat bırak ve bu kumaşla ne yapıyorsan yap dedi. Sanki ben kumaştan dikerek yeni şeyler yapabileceğim. Sanatımın en güçlü gününde babam tarafından dibe vurmuş bir şekilde buralara kadar geldim.

Sanatıma dokunma baba! 🙁

 

Yarın da sabahın köründen başlayayım bari düğünlere hazırlanmaya. Yoksa nasıl geçecek bu zaman.