bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

Fringe ve Final

fringeBitti. Fringe bitti. 5 yıldır izlediğim Fringe yaklaşık 2 hafta önce finalini verdi. Sonrasında da adam gibi bir dizi izleyemez oldum. Bitmeseydi de uzatsaydınız ne olurdu sevgili senaristler?

Böylece bir devrin daha sonuna geldik biz izleyenleri olarak. Aklımızda cevaplanmayan sorularla ve tatmin eden keyifli bir final ile ekrana bakıp durdum. Öncelikle biraz Fringe’den bahsetmek istiyorum. Bilim kurgu alanında en iyi dizilerden biriydi. Hatta bana bilim kurgu sevgisini de aşılan yapımdır. İlk çıktığı dönemlerde insanlarda Lost’tan kaynaklı beklentiler vardı. İster istemez beklenti oluşuyor. “Lost abi ya, daha ne” diyorsun.

Benim izlemeye başladığımda 3. bölümündeydi sanırım ya da 2 emin değilim. Her hafta yeni bölümünü beklemek çok yorucuydu. Chuck ve House ile de günleri çabuk atlatıyordum. Sezonunu ya da bölümünü hatırlamadığım bir bölümde elimde hamburgerim tam diziye odaklanmışım aman Allah’ım o da ne? İğrenç görüntüler, oradan buradan kopan vücutlar, değişimler derken ağzımdakini çıkartmak zorunda kalmıştım. Bu gibi olaylar birçok Fringe izleyicisinin de başına gelmiştir. Sağda solda aman Fringe izlerken bir şey yemeyin başlıkları atıldı.

Bu kadar yoğun ve aktif bir izleyici kitlesi varken her sezon için bu sezon son başka sezon çekilmeyecek denilerek hayal kırıklığı oluşturdular. fringe-cast-570x398Acaba bu sezon çekilecek mi diye araştırmalar yapıldı. Röportajlar çevrildi, yeni sezonun garanti kelimeleri yakalandı. Çünkü en büyük hayal kırıklığı kafandaki soruları cevaplayamadan ve daha ne olacağınjı bilmeden pat diye sezon finalinin final olarak kalıp final bölümünün çekilmemesi olacaktı. Ayrıca az önce öyle bir uzun cümle kurdum ki neresinden baksan anlatım bozukluğu vardır. Bu parantezi kapatalım da Fringe’nin finaline geçelim.

Sonunda bu sezonun final olacağı söylendi. Öyle bir sezon tasarlamışlardı ki ilk 4 sezondaki sınır bilim bölümündeki olayların hepsi kullanıldı. Zamanın sıfırlanmasına doğru giderken acaba ne olacak neler cevaplanacak diye izleyenler arasında tartışmalar devam etti. Final bölümünde ise Eylül’ün bu kadar basit öldürülmesi büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Yani orada onca ajan var, onca insan var Eylül’ün tam geçecekken bu kadar basit bir şekilde kurşunun önüne atılması pek hoş olmadı. Olivia’nın ise tekrar güçlerini kullanması müthiş bir şeydi. Şehrin tüm elektriğini vakumladı resmen. Son sezondaki pasif Oliva’dan yine güçlü bir anne yarattılar.

Olivia’nın paralel evrene geçip yaşlanmış halini görmek ve paralel evrendeki Olivia’nın desteğini görmek çok güzeldi. En büyük merak konularından biri de zaman çizgisi sıfırlanınca Peter’ın yaşayıp yaşamayacağıydı. Sonuçta Walter silindiği için Peter kurtulamamış olarak düşünüldü. Ancak zaten Peter makineyi çalıştırırken zamandan silinmişti. O yüzden ölmeyeceğini o şekilde tahmin etmiştim.

Hoşuma giden bir nokta da finali izlerken aptal bir gülümsemeyle Walter’ın Astrid’in adını ilk defa doğru söyleyip gülerek isminin çok güzel olduğunu söylemesi olmuştu. 5 sezondur çok nadir hatta hiç doğru söylemediği adı finalde çok güzel söyledi. Yerinde tatlı bir espriydi. Zaten 5 sezon boyunca Astrid’e taktığı isimler gülme konusu olmuştu.

Peter’ın Walter’a “Seni seviyorum baba” demesi ağır damgasını vurdu. Zaten son sezonunda daha çok baba-oğul ve aile ilişkilerine yönelik olması da farklı bakış açıları getirdi. Olivia’nın ise tek istediği gözcüleri zamandan silip istiladan önceki zamana dönüp Etta’sına kavuşmaktı. Walter’ın Michael’in elinden tutup geleceğe gitmesiyle tam da o piknik anına dönüldü. Yavaş çekimlerle kavuştu kavuşacak derken heyecan yaptım, yapmadım değil.

Etta Peter’a koşarken Olivia onlara bakıp gülümserken istila gerçekleşmiş ve Etta Peter’a sarılamamıştı. Etta’nın Peter’a sarılmasıyla final gerçekleşti. İsterdim ki piknik alanında Walter ve Astrid’de olup gülümsesinler. Walter silinip gitmişti ya Astrid ne oldu? En azından hızlı bir şekilde birkaç dakika da değişen durumları gösterebilirlerdi. Yine de benim için güzel bir finaldi. Keyifle izledim.

Fringe gibi nice güzel dizilere diyelim.

Mavili Düş

315839_262408850458692_1144005409_n Önemi yok hiçbir şeyin.

Hatta hiçbirinizin.

Kendisi var insanın.

İnsan en çok kendisini özgür bırakmalı düşlerine.

Sonra biraz durup nefes almalı.

Boğuluyoruz bu hengamede. Kimseye sesimizi duyamıyoruz uğultudan.

En çok kendisi veriyor kendisine zararı. 

Sonrası alabildiğine koyu bir dip.

Ağlama k ü ç ü ğ ü m .

Kırmızı Pabuçlu Boşluk

74299_164936770205901_686158_n

Hayatlarımızın ücra köşelerine sakladığımız yalnızlıklarımız hiç beklenmedik anlarda kırılma noktalarında karşımıza dikilirler ve hiç ummadığımız şekilde hesap sorarlar. Ne soğuk yataklarda ne de sıcak kucaklarda varlığını unutturmuşlardır.

Orada hep bir adım ötende seni bekliyor gibidir. Bilirsin, kokusunu içine çekersin. Sonra özenle bir şarkı açarsın ve işte tam da o an parmak uçlarında hissedersin.

Sonra kırmızı pabuçlarını ayağına geçirirsin ve boşluğa yine adımını atarsın.

Grili sabah, o hüzünlü geceden gebe kalır.

Halbuki tüm her şeyi siktir edip çayı demlesen ve yanına da biraz kurabiye yapsan her şey geçecektir.

 

Bu Yıl Ne Öğrendim?

Biraz poster, hiç takmayacağım kırmızı bir çanta, biraz gereksiz ıvır zıvır ve 1 şişe kırmızı şarap ile sakince yürüyordum. Onları bırakıp biraz daha karda yürümek istediğime karar vermiştim. Kulaklığımı takıp yürüyüş yolunun başından sonuna kadar gidip sonra odama geldim. Şarabımı ve hazırda bekleyen çalma listesini açtım. Yorgunluk ve sersemlikle uyuyup yeni yılın son 15 dakikası uyandım. Zar zor hazırlandırılıp sonra yarım kalan şişeyi de bitirdikten sonra posterleri duvarlara yapıştırıp Gamze’nin yeni yıl hediyesi olarak Rıfkı’yı karşıma alıp oturdum.

Eğer Rıfkı bu yıl farklı olmazsa totemim tutmamış olacak ve çok üzüleceğim dedim. Şimdi o cümlenin ardından 364 gün geçti. Tuttu mu tutmadı mı bilmiyorum. Çok şeyler yaşıyoruz 364 günde. Biraz uçlarda dans edip biraz ortalarda süzülüyoruz. Yılın ilk günlerine Hürriyetten ayrılmış, kulübünün etkinliklerine bile doğru düzgün gitmeyen, 2 gün sonra finalleri olan ama yine hiç umrunda olmayan, bana inanan birkaç insanı hayal kırıklığına uğratmış olarak girecektim. Yani zaten öyle de girdim. Sessiz ve derinden.

Sonuç olarak işimden ayrılmış olabilirdim, kulübe sonra da pek gittiğim söylenemezdi ama başarılı bir final dönemi ve birkaç hayal kırıklığına uğrayan insanların gönlünü almış olarak yılın ikinci haftasını bitirmiştim. Bundan da daha önemli olan bir şey yoktu. Bir insanı hayal kırıklığına uğratmak verebileceğin en büyük hasardır.

Ve sevgili okuyucular ben bu yıl çok şey öğrendim. Yaşayarak, bizzat hepsinin üstesinden gelerek.

Ne kadar çok seversen sev bir süre sonra aslında karşındakini değil de sevmeyi sevdiğimi tek kelimeyle vazgeçtiğimde öğrendim. Bir zamanlar onsuz nefes alamam diye düşündüğün o insanın, son nefesini verecek olması bile umrunda olmuyormuş. Hatta hiçbir şey hissetmeyebiliyormuşsun.

Yıllarca avcunda büyüttüğünüz dostluğun arasına ölüm de girse yaşadıklarınız gelecekte hala yön gösteren pusula olmayı başarabiliyormuş. Anlaması güç bir bağ hep sizin içinizde bir yerde kalıyor.

Siz istemediğiniz sürece hiç kimse ama hiç kimse size yardım edemiyormuş.

Arkadaşım dediğim insanları hayatımdan çıkartırken daha titizlikle çalışmam gerekiyormuş. Daha sonrasında tüm şehir bu olay yüzünden etkilenebiliyormuş. Dengeler alt üst olabiliyor. Çirkefliğin de bu kadarı.

İnsan bir şeyi çok iyi bilebilir, insan birçok şeyi çok iyi bilebilir ama bunu nasıl gösterdiği çok önemliymiş. Süper egosu yerine biraz da mütevaziliğini yüksek tutması gerekiyormuş. Bizzat dibe vuruşunu keyifle izledim.

Asla olmaz, mümkün değil, imkansız gibi kelimeleri kullanmak kendi motiveni düşürmekten başka bir işe yaramadığı gibi etrafındakilerin de enerjilerini düşürüyor. Her şey başarılabiliyormuş.

Yeniden sevmeye başlamak, yeniden doğmak gibi bir şeymiş.

O en yakınım dediğim insanlar bile beni çok fazla kırabiliyormuş. Her gözyaşımda yeniledim bunu.

Kilometrelerce ötede bile bir gün sizinle tanıştığına gerçekten memnun olacak insanlar var. Bu yüzden sırt çantanızı hazırladığınızda aklınıza eseni yapın lütfen. 11 kiloluk sırt çantasıyla ben bunu yaptım.

Farklı bakış açıları kazanmak için farklı işlerde çalışmak gerekiyormuş. Zanzi’de en çok bunu öğrendim.

İnsan en çok kendisini özlüyormuş ve ben bunu şu an ne çok hissettim.

Bu yıl çok şey öğrenerek geçirdim. Kitaplardan ya da anlatılanlardan öğrenemeyeceğim kadar çok şey. Bunları yaşayın, acıları çekin, hatta size bunu yapma üzülürsün diyenleri bile yapın çünkü onlar bile size bir şey katacak. Her şeyi yapın ama lütfen hayatınızdaki insanların hayal kırıklığı olmayın. İnsanların sevme inancını çalmayın. Bir banka soyun, yoldan geçen birinin çantasını çalın ama bir insanın yeniden sevebilme inancını elinden almayın. İnsanlar düştüklerinde ancak hırsla ve umutla kalkabilir. Eğer siz o inancı ellerinden alırsanız, ona uzatılan elleri göremeyecek kadar çaresiz kalırlar. Lütfen, insanları sevmiyorsanız bunu doğru yollardan yapın, kırıp parçalara bölerek yapmayın. Çünkü bu çok can yakıyor ve siz bu acıyı anlayamayacak kadar bencilsiniz. İşte bu yüzden sizi sevmiyorum.

Bu arada bu yıl totem yapmadım. Totemin ta kendisiyim.

İyi olsun bu yıl.

Midenizden kuşlar özgürlüğe doğru hareket etsin.

Bir de çok sevin. Sevmekten hiç korkmayın.

Yeni yıl hediyesi olarak da bana şarkı gönderebilirsiniz, mutlu olurum.

Yorum olarak ya da iletişim sayfasından ulaşarak şarkılarınızı bırakabilirsiniz.

Alerjik Durumdayım

selpakGünlerdir hasta hasta dolanıyorum ortalıklarda. Sabah kendime gelip dışarı çıktığımda bir süre sonra tekrar başımı yastığa bırakmak istiyordum. Buna da hep demek ki tam iyileşmemişim hemen gidip yatayım mantığıyla bakıyordum. Günlerdir nefes almak için kendimi parçalıyorum, yok bana mısın demiyor. Çantamda paket paket selpak ha şimdi, ha birazdan derken hapşırma krizleri. İyileş artık grip diye çıldırıyordum.

Dün hoca projeyle ilgili bir şey söyleyecek ki buradan okula ve derse gittiğimi de vurguluyorum. Final öncesi zahmet edip derste hocayı dinliyorum. Tam tamına 7 kişiyiz atölyede. Hoca dergi diyor ben hapşırmaya bir başlıyorum; Allah’ım nolur dursun diye içimden resmen yalvarıyorum. Tam hoca anlattığı şeyde ilerliyor; bu sefer hayvan gibi 8 kere hapşırıyorum. Bir oldu, iki oldu sevgili hocam istersen sen çık dedi. Çıkar mıyım? Hayır. Yıllar sonra derse giriyorum kolay kolay iki hapşırağa pabuç bırakır mıyım? Bırakmadım da. Tam 1 saat 10 dakika da bir defalarca hapşırdım. İnsanlar artık “iyi yaşa” demedi. Hoca da “iyi yaşa” demedi. Kötü tarafı ben de “iyi yaşayayım” demedim. Öleyim ya dedim.

Eve geldim, attım kendimi yatağa. İnsan 1 hafta boyunca bu kadar bitkin ve halsiz olmamalıydı bana göre. Olmayacak böyle bu ilaçlar da bir halta yaramıyor, en iyisi tekrar bir doktora görünmek diye düşündüm. Akşam arkadaşım geldi, gittik doktora. Zaten hastane mikrop yuvası, aha diyorum iyiysem bile hasta olacağım şurada. O sırada trafik kazası geldi, kalp krizi geldi, ayılan bayılan geldi derken iyice gerildim.

İçeriye girdim. Neyin var dedi. Gribim ben ya. 1 hafta oldu iyileşmedim, ilaçlar da geçirmedi dedi. Önce hikayemi dinledi ve sonra aaaa de bakayım dedi. Orama burama baktı ve grip değilsin dedi. Böyle bana vah vah dermiş gibi baktı. E o zaman grip değilsem neyim ben? Boşuna mı sümüklüyüm, boşuna mı hapşırıyorum, neyim ben diye sordum. Alerjik Rinit’sin dedi. Allah’ım alerjiyi duyunca devamını duymadım bile. Ömrümü yedin alerji, ömrümü diye söylendim. Bahar ya da saman nezlesi de diyebiliriz dedi. Bahar mı diye sordum. Tüm sene boyunca ya da sadece bahar dönemlerinde görülür; tedavi edilemez ama ilaçlarla kontrol altına alınabilir dedi.

İlaçlarımı yazdı ve boynu bükük teşekkür ettim. İlaçlarımı aldım ve tıpış tıpış eve geldim. Bir yandan burnumu çekiyorum, bir yandan hastalık hakkında ekşiyi alt üst ediyorum. Burnunu çekerek; yalnız değilsiniz dostlarım, yalnız değilsiniz. Ben de aranıza katıldım diye haykırdım.

alerjik-rinitSiz de özellikle bu dönemde belirtilerini grip ile karıştırmayın. Günlerce burun akıntısını geçtim, şiddetli ve çok sık hapşırma nöbetleriniz varsa, nefes almakta gerçekten güçlük çekiyorsanız ki spreyle bile zorla nefes alıyorum, mesela kulaklarınızda basınç hissediyorsanız hemen otobüs şoförüne küfür etmeyin. 2-3 defa lan otobüs hızlı mı çıktı tepeye, kulaklarımda bir basınç var diye ev arkadaşıma söyleniyordum. Sonra öyle halsiz, öyle bitkin oluyorsunuz ki gücünüzü toplayamıyorsunuz. Gözlerde yanma oluyor ama bir bakıyorsunuz ateşiniz yok. Hapşırırken de devamlı gözlerinizden damlalar süzülüyor. Bu belirtilerin en az birkaçını hissediyorsanız, doktora görünmeniz de fayda var.

Asıl merak ettiğim şimdi ben bunu sürekli yaşayacak mıyım? Hayat bununla yaşanır mı? Yaşanmaz abi. Her yerde toz, duman, börtü böcek varken benim hapşırmamam elde mi?Hadi hapşırayım bir şey demiyorum ama o hapşıramama durumu var ya işte asıl problemin ta kendisi o. Tam hazırlanıyorsun böyle hatta yanındakiler önceden iyi yaşa diyor öyle şiddetli hapşıracakken HAPŞIRAMIYORSUN. İşte bu dramın baş kahramanı olmaktan nefret ediyorum.

Hapşırmak için uyanıp 5-6 kere hapşırdıktan sonra tekrar uykuma devam ediyorum.

Hayat şu günlerde çok zor.

Kırmızı Kilotlu Çorap

Bundan yıllar önce yani ben ya 1. ya da 2. sınıftayım. Zaten 1. ve 2. sınıflar benim için çok iç içe olan ayırt etmesi zor anılar. İşte o vakitlerde 23 Nisan hazırlıkları almış başını gidiyordu. Ben de minik bir şeyim, o dönem ne kadar salgın hastalık, bulaşıcı hastalık ne bileyim geçirmem gereken ne varsa hepsini o yıllarda geçirdim. Okula gittiğim günler, gitmediğim günlerden daha azdı. Kızamık, kızılcık, kabakulak daha böyle envari çeşitte hastalığımı geçirdim.

Ben evde hasta hasta yatarken okul 23 Nisan hazırlıklarına başlamış. Haberim var mı? YOK. Okula bir gün bir gittim, bizim sınıftakilerden bazıları çalışmaya gitmiş. Ne çalışması ya diye etrafta şaşkın şaşkın dolanıyorum. Belki Ertan ve Narin katılmamış olsaydı pek de umrumda olmazdı. Hayır bir de sümüklü Yasemin bile katılmış. Kesin şimdi Ertanla oynuyordur diye sinirleniyorum. Düşünün o yaşımda bile böyle bir kıskançlık, böyle sevdiği erkeği koruma, paylaşamama krizleri geçiriyorum.

O zamanlar tüm hastalıklarıma rağmen sınıfta iyi bir yerlerde olacaktım ki ilk kırmızı kurdeleyi ben takmıştım. Aynı gün Güldane de takmıştı. Aha bir bakıyorum Güldane de yok. Oyy ben nerelere gidem, kafamı nerelere vuram bilmiyorum. Kesinlikle ben de katılmalıyım ama nasıl? İşte ben böyle tilki kurnaz planları yaparken öğretmenim dedi ki, tabi o dönemlerde hoca ıyyyy kötü bir şeydi varsa yoksa öğretmendi. He işte öğretmenim, Tuğbacım, Yasemin su çiçeği olmuş, onun yerine seni alacağım dedi. Tey tey nasıl bir sevinme; bizimkilerin yanına gidiyorum hem de sümüklü Yasemin yok. Bir gittim böyle sıkıcı bir şey olamaz arkadaş ya. Böyle biz filmişiz de etrafımızdakiler bilmem mi neymiş de dönecekmişiz. Hem gösteri için heyecanlıyım hem de çok aptal buluyorum.

Kostümlerimiz gelince fil değil de kelebek olduğumuzu çok sonra anladım. Ama kanadımız hiçbir şeyimiz yok. Allah aşkına n’apıyoruz biz diye düşünüyorum ama kostümler o kadar güzel ki şikayet edemiyorum. Bembeyaz elbise, taç falan sanırsınız peri kızıyım. Sonra bir gün çalışmaya sümüklü Yasemin de geldi. Nereden öğrendiyse su çiçeğinin başka bir insana geçtiğini öğrenmiş. Bir geldi bana sarılıyor, öpüyor, mucuk mucuk kurtaramıyorum kendimi. Sanırım sonradan öğrendiğime göre evleri okulun karşısındaymış evden kaçıp bana bulaştırmak için gelmiş pislik insan.

Tabi ilk gün bir şey yok. Diğer gün yok hoppp bir sonraki gün. Dane dane benleri var yüzünde yüzünde, ateşler içinde yatıyorum. Sırf bizi kıskandığı için o sümsük insan bana bulaştırdı ve kendisi iyileşti. O zamandan beri bir hastalığı başkasına bulaştırınca hemen iyileşebilirmiş gibi hissediyorum. Benim yerime o geçti tabi. Güldane’yle telefonda konuşuyoruz, dedikodu yapıyoruz. Annemler kafayı yiyordu. O kızla bu kadar çok ne konuşuyorduk hiç hatırlamıyorum. Ama Yasemin’i sevmiyorduk.

Bana dediler ki kutlamalar sabah olacak. Gidip izleyeceğim bakalım sümüklü Yasemin, Ertan’a yaklaşıyor mu? Ertan onunla oynuyor mu? Bir de böyle sevinçliyim falan. “Sanki her tarafta var bir düğün. Çünkü en şerefli mutlu gün.” şarkıları söyleyerek hazırlanmaya çalışıyorum. Nasıl cadı bir kız kardeşim var belli değil. Bana o kadar düşkün ki uzun yıllar evden çıkabilmek için neler yapardım. Vuuva abla Vuvaaa abla diye zırlar dururdu. İşte yine o gün servisi kaçıracağım telaşıyla süslenmeye çalışırken bizim cadı beni bırakmıyor. Annemin topladığı saçları çekip bozuyor, önlüğüme bir şey dökmeye çalışıyor, nasıl sinirleniyorum. Ya git uyu dimi? Sabahın 6’sında 7’sinde çıkmasana beşiğinden. En sonunda yine her zamanki gibi bir şeylerimi alıp merdivenlere koşuyorum. Yine merdivenlerde çorabımı giyiyorum. Anneeee çantaam anne diye bağırırken annem balkondan çantamı atıyor. Böyle okula gitmek için her gün olaylar yaşardım. Ödevlerimi de apartmanın merdivenlerinde yapardım. Cadı hiçbir şey yaptırmazdı. Sadece onunla oynayacağım, onunla uyuyacağım hep onunla olacağım. Nasıl pislik bir insanmışsın Yağmur ya. Neler çekmişim senin yüzünden belli değil.

Ben çorabı giyerken bir de baktım ki servis gidiyor. Hemen yola koşuyorum Samet amca, Samet amcaa, Samet amcaaaaa diye ağlıyorum, zıplıyorum, hopluyorum. Yani inanır mısınız yol ortasında o servisi durdurmak için neler yaptığımı bir ben, bir de annemler bilir. İşte annem, yengem, halam, amcam hepsi beni izliyormuş kahkahalar eşliğinde. Çünkü ben hızlıca giyerken kırmızı çorap giymişim. O zamanlar böyle rengarenk çoraplar çok modaydı ama hiç giymediğim o kırmızı çorabı niye giydim ben Allah aşkına ya? Mavi önlüğün altına kırmızı çorap hayal ediyorum da oyyy dağlar. Beyaz muz çorabım nerede benim a dostlar. Tabi ben bunu o zamanlar hiç bilmeyeceğim. Hatta kırmızı çorapla gittiğimi okulda öğreneceğim.

Sonra velhasıl kelam Samet amca beni aynadan görüyor, görmemesi ya da sesimi duymaması mümkün değil ki. 7 ötedeki mahalleye kadar sesimi duyurabilmişimdir. Öleyim ben öleyim diye tepinip duruyorum. Servise bir bindim, hepsi yabancı. Ağzımı açmıyorum, pıstım köşeme. Samet amcanın oğlu Tolga, kızı Tuğba nerede? Yoklar. Okula bir gidiyorum ki meğersem sabahçılar sabah, öğlenciler öğlen kutlayacakmış. Bizimkiler gösteri ekibi olduğu için o yüzden hem sabah hem de öğlen orada olmaları gerekiyormuş. Onlar da bilmeden beni sabah çağırmışlardı. Sabah ki ortalığı ayağa kaldırmam içimde patlamıştı yani.

Ne zaman amcamlar, yengemler bir araya otursak hep benim bu çılgın günlerime dönüyoruz. Kuzenim ellerini dizlerine vurarak Samet amcaaaa, Sameeet amcaaa, beni nasıl bıraktııın Samet amcaaa diye bağırınıp duruyor. O meşhur kırmızı kilotlu çorap ise hala hafızalardan silinmedi. Silemiyorum, nasıl bir leke bıraktıysam silinmiyor.

Bunlar hep sümüklü, sümsük, gıcık Yasemin’in yüzünden olmuştu. Günlerce belki de haftalarca Dansa Davet oynarken eğer o oynayacaksa ben oynamam tehditini ederek onu hep oyun dışı bıraktım. Bir bakıma iyi oldu ohh olsun.

Çocuk da olsam sevdiğime yaklaşan sümüklülerden intikamımı alırım.

Masal Kahramanıydın!

O bıçağı tutuşunu, kestaneyi parmaklarının arasına alışını ve parmağını kesmeden kestaneyi muazzam bir biçimde çizmesini küçükken izlemiştim. Şimdi ben de kestaneleri babamdan gördüğüm gibi çizdim. Zaten birçok şeyi babamdan gördüğüm gibi yapıyordum. Bazen bunu alalen bazen de farkında olmadan yapıyordum. Bunları düşünürken sobanın içine biraz daha kömür attım. Söndükten sonra yakmak için tüm çıraları bir anda tüketiyorum. Bu yüzden közün sönmemesi için hep tetikte bekliyordum.

Kestaneleri sobanın üzerine irili ufaklı dizdim. Şöyle uzaktan bakınca ne kadar da güzel görünüyordu. Onlar pişene kadar koltuğa oturup masadaki kitabımı okumaya devam ettim. Çok zaman geçmeden sobanın üzerinden gelen kestane kokusu, kitaptan kafamı kaldırmamı sağladı. Ayağa kalktım ve kokuyu içime çektim. Yanmaması için üfleyerek kestaneleri ters çevirmeye başladım. Ara sıra elim yanıyor, hoplayıp zıplıyordum. Ara sıra da ters çevirirken kestaneleri yere düşürüyordum. Diğer taraflarının da pişmesi için kestaneleri sobanın üzerinde terk ederek kitabımın başına döndüm.

Kitabı elime alırken ayracı düşürdüm. Önce ayracı parmaklarımın arasında kavrayıp burnumun dibine getirerek inceledim. Kimbilir hangi kitapçıdan, hangi kitaptan sonra ve hangi düşünceden sonra bu haldeydi. Bazen onlara yazdığım küçük notları bir araya getirseydim küçük bir roman oluşturabilirdim. Onun yerine dikkatsizce oraya buraya savrulurken önemsemedim. Önceleri çok değerliydiler; kaybolmalarına göz yummayı bırak, kenarı çizilecek olsa üzülürdüm. Elimdeki ayraca şöyle bir baktım; hiçbir ayrıntısı ya da hiçbir özelliği yoktu. Sıradan kitapçıdan kitap aldıktan sonra poşetin içine atılan ayraçlardandı. Üzerinde ne bir not, ne de bir çizik vardı. Bu daha büyük bir hayal kırıklığı oldu.

Kitap ayracına neden bu kadar üzüldüğümü bilemediğim için kalktım mutfaktan çayı getirdim. Kestaneleri bir kenara toplayarak çaydanlık için yer açtım. Sobanın üzerinde fokurdayarak demlenmesi daha lezzetli oluyordu. Yine yıllar önce annemin babama inatla ince belli küçük bardaklardan al diye tutturduğu zaman; çay içmenin de bir kültürü olduğunu annemden öğrenmiştim.

Şöyle odaya bir göz atarak aynanın karşısına geçtim. Tepeden toplu olan saçlarım, omzuma döküldüğü zaman her şey hazırdı. Güvenle aynaya gülümseyerek odaya geçtim. Masayı kestane kokuları eşliğinde hazırladım. İnce belli bardakların masadaki duruş yerlerinden, kestanelerin uzaklık mesafelerine kadar her şey çok simetrik duruyordu. Saate son kez göz ucuyla baktım ve masanın başına oturdum.

Bekledim. Saatlerce yerimden kıpırdamadan bekledim. Her tıkırtıda senin olabileceğini düşünerek heyecanlandım ve her seferinde hayal kırıklığına uğradım. Kestaneler buz gibi olacak kadar uzun zaman geçmişti. Sobanın da içi geçiyordu. Kalktım; kendi bardağıma bir çay doldurdum ve bugünün şerefine dedim. Bardaktaki çay da çaydanlıktaki çay da bitti. Kestanelere dokunamadım.

Belki gelirsin diye sobayı söndürmedim. Trafiğe takılmış olabilirdin ya da Allah korusun başına bir şey gelmiş olabilirdi. Ya da bunların hepsi benim kendimi avuttuğum birkaç düşünceden ibaretti. Sonunda soba da söndü. Bir saate bir de kapıya baktım. Yerimden doğruldum ve ışığı söndürüp odanın kapısını kapattım.

Kestanem yoktu. Sobam zaten yoktu. Sobada demlenmiş lezzetli çayım da hiç olmadı.

Ama bekledim.

Sen de gelmedin.

Seni Sevmedim Kış Günleri

Enerjim düştüğü zaman çekilmez bir insan oluyorum ve şu sıralar çok fazla enerjim düşüyor. Daha ne kadar düşebilir diye merak ettikçe dibe vuruyorum. Sonra bir bakmışım dip bile yukarıda görünüyor. Uyusam geçmiyor, ne yazık ki uyansam da geçmiyor. Öldürmüyor, süründürüyor. Alışıyorum ve alışmaktan tiksiniyorum.

Midem bulanıyor, içimdekileri içime kusmaya devam ediyorum. Bu çok can sıkıcı ama bir süre sonra geçecek. İnsan inandığı sürece bir şeyler geçer. Bu yüzden geçmek zorunda. Çünkü bir insanı hayal kırıklığına uğratmak çok kötü bir şey. Diğerleri gibi hayal kırıklığı değişmez ve geçmez. Bir insanı seversin ama daha sonra daha çok sevdiğin biri için onu sevmekten vazgeçersin. Hayal kırıklığından vazgeçemezsin seninle beraber büyür. Bunu bilmek insanı kırıp parçalıyor.

Tanıdığını sandığın insanları aslında hiç tanımadığını sanmak da çok büyük bir hayal kırıklığı. Keşke ilk halleriyle kalsalar diyorum. Malesef kalamıyorlar, ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarını yaşamaya da devam ediyorlar. Bunu ellerinden çoğu zaman almayı istedim. Ama başka bir insanı severek dünyayı kurtarabileceğime inandım. Önemli olan kurtarmak değildi, inanmaktı. Dönüp dolaşıp bir kısır döngü olan inanmak da kalıyoruz.

Önemi yok. Hiçbir şeyin. Ama Jay Jay Johanson bu kış günlerinde pek önemli oluyor. Oi Va Voi de bu önemliliğini koruyor. Kalanları şöyle yazlıklarla beraber dolaba kaldırmak istiyorum. Mümkünse insanları da dolabının en arkasına sıkıştırmak istiyorum. Yani hayatımdaki tüm samimiyetsiz insanları. İsterseniz sizin hayatınızdaki samimiyetsiz insanları da bir tarafa sıkıştırabiliriz. Ama bence onları önemsememek daha güzel. Hem şarkı çok güzel, onlardan bahsederek kirletmeyelim.

Soğuğu sevmediğim gibi soğuk insanları da sevmiyorum. Ne kadar sıkı giyinirsen giyin yanlarında üşüyorsun. Can sıkıntısı cabası. Her şey geçiyor da şu can sıkıntısı her daim ortaya çıkıyor ya çok sinirleniyorum. Öyle çok sinirleniyorum ki ağzını burnunu kırmak istiyorum. Sonra başka biri benim keyifsizliğimin ağzını burnunu kırıyor. İşte bu hoşuma gidiyor. O zaman bir kez daha seviyorum.

Kış nedeniyle kapalıyım.

Sabah Güncesi

Günler çok çabuk kararıyor, tıpkı içimiz gibi. Hangi ara pencereyi araladık, hangi ara perdeyi kapadık belli değil. Bir de artık yağmur yağmaya başlayınca kapanan havalarla beraber; ne olduğunu anlamadan günler birbirini kovalayıp gidiyor.

Kapalı havaları hiç sevemedim. Çıksan mı çıkmasan mı, kalksan mı kalkmasan mı, film mi izlesen, sıcak çikolata mı içsen ne yapsan da bu sıkıntı geçse bir türlü bilemiyorum. İçim sıkıldığı için mi hava kararıyor yoksa hava karardığı için mi içim sıkılıyor kestiremiyorum. Her ne haltsa şu an hava soğuk ve iri iri yağmur damlaları cama çarpıyor. Tam olarak bu havalarda insan hiçbir şey yapmamalı. Bir film seçmeli; film inerken o sırada bütün abur cuburlarını hazırlamalı ve sonra battaniyenin içine girip filmi izlemeli. Hatta sonra bir tane daha, bir  tane daha, belki bir tane daha…Bu havalar film izlenmelik, sessiz kalmalık havalar. Yani en azından benim için öyle, sizin için de öyle olmalı.

Sabahın köründe uyandığım için kendime sinirlenirken blogları bari okuyayım dedim. Az önce çok garip bir şey oldu. Yazının bu paragrafından sonra ara vermiş birkaç arkadaşımın blogunu okurken birinde kaldım. Bu benim, benden bahsediyor, oha benim lan o arayan, oyy dağlar ne günlerdi diye iç geçirdim. Sonra yazıyı baştan sona okudum. Çok aylar önceydi, yaklaşık 18 ay önce kadardı. Uyku problemim almış başını gitmiş, günlerce uyumuyorum, ne yapsam ne etsem kafayı yeme noktasındayım. Cenin pozisyonuna geçmiş yatakta hüngür hüngür ağlıyorum.

Önce zırlamayı kesmem, sonra sakinleşmem, sonra gözlerimi yummam ve farklı şeylere odaklanmam gerektiğinin bilincindeydim. Baktım sakinleşemiyorum, aldım elime telefonu. Gecenin o saatinde hiç tereddüt etmeden rehberdeki bir numarayı aradım. Bir çaldı açan yok, iki çaldı, üç derken panikle uyandırdım mı diye sordum. Yarın sabah işe gideceğine göre uyumuş olması da çok muhtemeldi. Uyandırmıştım ama onun için önemi yoktu. Ağzımdan kelimeleri zorla çıkartıyordum; konuşacak enerjim de isteğim de yoktu. Anladı. Zaten her şeyi az çok bildiği için hiçbir soru sormadı. Kitap okur musun diye ben sordum. Daha soruyu sorarken çok emindim, okuyacağından ve beni sakinleştireceğinden. İşte bu his çok güzel bir histi. Rastgele kitaplığından bir kitap seçti ve gecenin o saatinde sayfaları okumaya başladı. O kadar çok okudu ki kitabın adı neymiş yahu diye sordum. Gecenin o saatinde rastgele seçtiği kitabın onun ve benim hayatımla ilgili ne kadar da benzer şeyleri söylediğini görünce duraksadık ve vay be diye içimizden geçirdik. Biliyorum. Sayfalar sayfalar sonra sakinleşmiş ve gözlerimi kapatabilecek kadar dikkatimi dağıtmıştım. Teşekkür ettim ve o günlerce uykusuzluğun verdiği yorgunlukla çok tatlı bir uyku geçirdim.

Olaydan çok sonra ktiabı aldım ve okudum. İtiraf etmeliyim ki o gece onun okuması kadar etkileyici değildi. Ya da aylar sonra okuduğum için artık orada yazan her cümlenin bilincinde olduğum için o gece gibi etkilemedi. Tabi yazarın diğer kitaplarından oldukça etkilendiğimi belirtmeliyim. O arkadaşım da 1 ay önce kaleme aldığı yazıda kitabı ve yazarı anlatırken bu olaya değinmiş. Okurken gülümsedim. Belki kötü günler, belki kötü geceler geçiriyor olabilirdim ama yanımda iyiki diyebileceğim insanlar vardı.

İşte bir sabahı da blog okuyarak öğle vakti haline getirdim. Birazdan ekmek alır ve güzel bir kahvaltı yaparım. Kahvaltı çok sıkıcı ama kahvaltısız sabahlar çok anlamsız. Bu arada yağmur durdu ve sahte bir güneş açtı.

Çay isteyen var mıydı?

Çay içmeyen insanlar da çok sıkıcı.