bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

juillet 2013 Arşiv

Başlık bulmak çok zor bazen.

1

Anlık duygu akımı yaşıyorum şu sıralar. Hava çok sıcak, cam açık ama esmiyor. Ayrıca gözlerimden uyku akıyor. Duygularım diyordum öyle bir akım halinde ki bir anda her şeyi yaşayabiliyorum. Bu hafta da öyle bir hafta oldu.

Son günlerde bisiklet sürme alışkanlığım nirvanaya ulaştı. 2 haftadır her akşam düzenli olarak bisiklet sürüyorum. Akşam dediğime bakmayın 12′den sonra. İlk günler kısa mesafe falan derken son günlerde iyice açılmaya başladım. Nasıl bir kafa dinlemek, nasıl bir özgürlük hissi anlatamam. Hani geçenlerde bir tweet atmıştım. “Bisikletin bayır aşağı inerken verdiği özgürlük hissini hiçbir anayasa verebilmiş değil.” demiştim. Gerçekten de öyle. Kimse dokunmayacak sanki öyle mutlu ve huzurluyum.

Bizim bisikletler bozuk olduğu ve yaptırmaya üşendiğim için kuzenin bisikletini alıyorum. Dün Büşra 2 bisiklet daha ayarlayıp abla hadi çıkalım dedi. Komşuculuğun ölmediği yerlerde 1 tur atayım diyerek bisikletleri böyle alabiliyorsun. Hoş ben İzmit’te parkta hiç tanımadığım bir aileden bisikletlerini bir tur atabilir miyim diyerek alıp saatlerce vermemiştim. Bir de kendim yetmiyor gibi bizimkilere de bindirmiştim. İşte biz yine çocuklardan bir tur aldık. Yağmur ve Büşra ile birlikte gecenin sessizliğinde 1 saat bisiklet sürdük.

Eski günler geldi aklıma. Sabahın 7′sinden gecenin bir yarısına kadar bisiklet sürdüğümüz günler. Sonra onlar evlendi. Çoluk çocuğa karıştılar da beni yalnız bıraktılar. Eylül geldi aklıma. Ellerini bırakma diye bağırmaları, araba geliyor diye uyarmaları, çok yoruldum diye hayıflanmaları. Toprağa karışan anılarımız içimi yaktı dün gece. Tuhaf oldum. Tek sürerken daha sakin oluyordum. Eylüllerin evinin oradan geçerken gözümden bir damla yaş süzüldü. Şu günlerde Türkiye’de olur ve her şey çok farklı olurdu. Gece gelince abisine mail attım. İnsan çok özlüyor dedim. Az önce eve geldiğimde gördüm cevabını.Bazen eşyalarını elime alıyorum, sonra dokunamadığımı fark ediyorum. İnsan gerçekten çok özlüyor, demiş. İçim burkuldu birden.

Böyle de bir yarımlık işte.

Bu hafta İnci ile görüşüyoruz devamlı. Allah’ım hiç susmuyoruz, hep anlatacak bir şeylerimiz var. Oradan buradan derken her şeyi konuşuyoruz. Yeri geliyor tüm adamlara düşman oluyoruz, yeri geliyor tüm anılarımıza sarılıyoruz ve sonra da geleceğe bakıyoruz. Ayrıca şu menüler ile başım belada. Kararsız bir insanım. İkizler burcuyum ben. İnci de ikizler olunca kafayı yiyoruz. Bir şeye karar verene kadar yüzlerce kez fikir değiştiriyorum. Çok komiğiz ya. Ben bu konuda en uçlardayım zaten. Sıcak içecekleri saydırıp tamam o zaman ben limonata alayım demiş bir insanım. Ne bekliyorsunuz benden.

Bisiklete ara verdim. Çok yoruluyorum. Bir de dün gece hava serindi, biraz çarptı sanırım.

Bu gece eve gelince annemle konuştuk uzun uzun. Allah’ım ben ne kadar dolmuşum böyle. Anlat anlat bitmiyor. Annem bir ara iyice çıldırıp arayıp ben kızacağım dedi. İzmitteki eve yerleşmeden değiştirmemi istedi. Hatta babamla gelmek istediler ama abartmayın dedim. Halledeceğim, hepsini halledeceğim dedim.

Bazı insanları hayatımdan çıkartmak isteyip çıkartamıyorum şu günlerde. Aşık olduklarını sanıp aptal saptal hareketlerde bulunuyorlar. Tahammül edemiyorum. Aşkı bencillikle yoğurup karşıma geliyorlar. Ama ben senin için bunu yaptım bıdı bıdısı ile beynimi yiyorlar. Ben mi dedim sana yap diye hesap sorasım geliyor. Ergen ergen muhabbetlere düşürecekler illa ki.

Annem ile konuştuktan sonra rahatladım ama kadın bu sefer tedirgin oldu. Zaten mezuniyet, iş durumları, başkanlık, projeler, tezler falan derken çok gerileceğimi biliyor. Bir de üzerine böyle aptal durumlar olunca iyice panik oldu. Sonra sana güveniyorum hepsini halledersin. Kimsenin seni yıpratmasına izin verme dedi. O an bitti her şey. Böyle sıcak bir gülümseme sakinleştirdi.

Anneler iyiki var.

Sizler de iyiki varsınız.

Bu arada tatil planlarım tamamdır. Mükemmel bir tatil beni bekliyor.

Bir de bu hafta çok mükemmel insanlara kavuşacağım.

Çok heyecanlı.

Siktir boktan insanlara rağmen hayat çok güzel arkadaşlar.

Bet-imleme


Her şeyi masanın üzerine yığdı. Kısa bir süre önce onu var eden şeylerin, bu ıvır zıvırlar olduğu üzerine tüm kutsal kitapların üzerine yemin edebilirdi. Şimdi o şeylerin onu nasıl yok ettiğini biliyordu ve buna inanamıyordu. Ne zaman bu noktaya gelmişlerdi farkında bile değildi. Şu an zaten bunun bir önemi yoktu. Şu an onun için önemli olan ilk adımı atıp o masadakileri yok etmekti. Bunu başarabilirdi.

Son kez vedalaşmak istedi hatıralarıyla.

Masaya yavaş yavaş yürüdü. Gözüne ilk çarpan yarısı yırtılmış olan defter kâğıdını eline aldı. “Ben çıkıyorum uykucu. Uyanınca salona geçmelisin.” yazıyordu. Evet, tam da bu masada uyandığı zaman onun için hazırlanmış kahvaltı vardı. Daha ilk parçada gözleri dolmaya başladı. Havanın yetersiz olduğunu hissedip elinde kâğıtla camı açmaya gitti. Hava yüzüne çarptıkça elinde kâğıdı boşluğa bırakmak istedi ama hepsini birden yok etmeliydi. Kararlıydı, vazgeçmeyecekti.

Koltukta duran bilgisayarından, Leman Sam ve Vedat Sakman’ın düetini açtı. Şarkı gibi bak “her neyse” diye sesli düşündü ve masaya tekrar yöneldi. Elindeki kâğıdı bırakıp kutuları karıştırmaya başladı. Sanki oradaki onların hatırası değilmiş gibi, bir yabancı gibi dokunuyordu hepsine. Her elini attığı şey başka bir ana götürüyordu. Tekrar bir kutu açtı ve bu sefer gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Kısa süreli bir ağlama nöbeti geçirdi.

Koltuğa uzandı ve birazdan kapının çalmasını umdu. Birazdan zil çalacak ve o koşarak kapıyı açacaktı. “Neredesin? Ağaç oldum yine.” diye söylenecekti. O da aceleyle yarım sürdüğü ruju göstererek dudak bükecekti. Bekledi. Uzun bir süre bacaklarını karnına çekerek cenin pozisyonunda bekledi. Tekrar ağlamaya başladı.

Gözlerini açtığında yeni bir güne başladığını anladı. Ne zaman uyuyakaldığını bile hatırlamıyordu. Başını tutarak kalktı ve mutfağa gidip kahve suyu koydu. Kahvesini içerken masaya yaklaşmadan duramadı. Onlar, onun her şeyiydi. Şimdi anlamsızlardı, aslında hiç olmamışlardı. İçi yandı. Kahveden mi yoksa hatırlardan mı emin olamadı.

Masada duran şalı boynuna doladı ve kokusunu içine ilk defa kokluyormuşcasına çekti. Üşüdüm o yüzden diyerek kendisini kandırdı. Ayaklarını sehbaya uzatarak eline bilgisayarı aldı . Öyle boş boş sayfalarda gezindi durdu. Kafasını dağıtmak asla onun hesaplarına bakmak istemiyordu. Acaba bilgisayarı da başkasına ödünç mü verseydi? Telefonunu bilerek arkadaşında unutmuştu. Bilgisayarını da unutabilirdi. Neden olmasın? Tam bu düşüncelere kapılıp gitmişken bir şey gördü, ekranın sağında. Tıklamak ve tıklamamak arasında ikilemde kaldı. Elbette kadın merakına ve kadın içgüdüsüne yenilip tıkladı.

Sonra birden apar topar yerinden fırlayıp masanın üzerinde ne var ne yoksa siyah poşete doldu. Boynundan şalı öyle sert çekti ki boynunu kızarttığını fark etmedi bile. Üzerini bile değiştirmeden ayağına terliklerini geçirerek kendisini apartmanın önüne attı. Kocaman siyah poşeti çöp kutusuna elleriyle attı.

Eve çıktı ve kendisini yatağına attı. Ağladı, yatağı yumrukladı, ağladı, yatak ile savaştı, ağladı… Yorgun düştü ve sakinleşti. Yaptığından çok pişman oldu. Koşarak merdivenlerden inip çöp poşetini almak istedi. Ama kahretsin ki çöp kutusu boşaltılmıştı. Çöp arabasını biraz ileride gördü. Koşarsa yetişebileceğini düşündü ve çöp arabasının peşinden koşmaya başladı..

İnsanların ona bakıp bakmadığı umrunda değildi. Ayağındaki terliğin fırlaması da umrunda değildi. Umrunda olan tek şey o lanet çöp arabasının durmasıydı. Ama durmadı. Fırlamış terliğinin eşini eline alarak eve döndü.

Bu kadardı.

Onu var eden her şey bir anda yok olmuştu.

O da yok oldu, onlarla birlikte.

Zaten hiç var olmamışlardı.

Kocaeli Üniversitesi – İletişim Fakültesi

Kocaeli Üniversitesi – İletişim Fakültesi sonucunu gördüysen yazıyı okumaya devam edebilirsin. Bu rengarenk, çılgın ama bir o kadar da umarsız fakülteyi tanımaya başlayabilirsin.

Bizim fakülte sıcak bir fakültedir. Sıcak öğrencileri sever, soğuk öğrencilere gıcık olur. Merdivenlerde oturup tanımadığı insanla bile iki muhabbet edeni sevip kollayıp kasıla kasıla yürüyenin ayağına çelme takar. O yüzden insancıl olmayı öğrenin arkadaşlar. Bir iletişimci iletişim kurmayı beceremiyorsa okumayı bıraksın. Yobaz olmayın, insan olun lütfen.

Kazanır kazanmaz sınıfınızdaki herkesi facebooktan eklemeyin. Gerçekten eklemeyin. Sonra sınıf olarak yıllar sonra bile sizinle dalga geçerler. Biz mesela bizim bir arkadaşla dalga geçiyoruz. Zaten o eklediğiniz insanların çoğuyla selamlaşmayı bile keseceksiniz. Yine kesmeyin, insanlardan selamı eksik etmeyin. Hoş olmuyor. Neyse.

Fakülteye girdiğiniz zaman çoğu zaman sizi Radyo Ki yayını karşılayacak. Fakültesinde müzik çalan tek fakülte olmanın haklı gururunu yaşayıp özellikle FEFcilere ve mühendislere hava atma lüksüne sahipsiniz. Bizim radyomuz o, sahip çıkın. Aynı zamanda Kocaeli’nin en çok dinlenen radyosudur. Bunu da demeden geçemeyeceğim.

Çeşitli atölyeleri vardır. İletişim Kulübü’nü ve İletişim Çalışmaları Atölyesi’ni çok sevin. Sizi 4 sene boyunca yetiştirebilmek için çeşitli etkinlikler, seminerler, söyleşiler düzenlemeye çalışırlar. Bütçeleri yoktur, zaten hep fakirlerdir ama yürekleri kocamandır. Bu yüzden atölyelere ve kulüplere sahip çıkın. Onlarla bağınızı kurun. Bölüm atölyelerinizde de yer alın. Kendinizi geliştirmekten kaçmayın.

Bakın iddia ediyorum, en güzel domatesli kaşarlı tost Yılmaz abinin tostudur. O tostu yemeden zaten mezun olamıyorsunuz. En güzel çay Yılmaz abinin çayıdır. Çayınızı tostunuzu alıp fakültenin önünde sohbetinize devam edebilirsiniz. Ayrıca her sıkıntınızı derdinizi de Yılmaz abiye anlatabilirsiniz. Küçük fakülte içi kantinler ölmesin, sahip çıkalım.

Fakültemiz küçük olup her bölümün ders yapacağı derslikler bellidir. Hatta çoğu zaman sınavlarda da bellidir. Tahmin edip oraya yarım saat önce gidip Füsun hocamın tüm kuramlarını döşediğimiz olurdu. Tabi artık bizim sınıf kopya konusunda nirvana yaptığı için artık sistemi değiştirdiler. Mezun oluyorum ama hala kopya çekmeyi beceremiyorum lanet olsun. Son sınavımda ben de telefonumu çıkartıp kopya çekeceğim. Ebru hoca eğer gözetmen olarak sınavınıza girerse başınızı kağıttan kaldırmayın arkadaşlar.

En kötüsü de geçme notu 75 olmuş. Canınızı sıkmayın, çünkü canınızı sıkmak hiçbir işe yaramıyor. Füsun hocadan 80 aldığım gün, benim bu fakülteden mezun olma vaktim gelmiştir dediğime göre belki birazcık canınızı sıkabilirsiniz. Hocalarımız iyidir, güzeldir ama birçoğu egosunun kurbanı olmuştur. Ayrıca birçoğu projeler konusunda yardımcı olmamaktadır. İletişim fakültesi biraz da kendin pişir, kendin ye mantığına sahiptir. Siz bir şeyler yapmadan, bir şeyler alamazsınız. Bunu baştan bilmelisiniz.

Fakültede değişik görüntülere hazır olmalısınız. Çılgın birkaç öğrenci yere oturup “Keyfimize Sponsor Arıyoruz!” kartonuyla insanlarla sohbet eder. O öğrencilere bir çay ısmarlayın, jelibon, cino alarak yanlarına oturun. Gelenek haline gelen etkinliklerden eksik kalmayın. Gençlere/bizlere sahip çıkın.

Umuttepe olarak köpeklerle çok iç içe olduğumuz için lütfen köpek korkunuz varsa bunu yenin. Zaten başka bir şansınız da yok. Hele iletişim köpekleri bir başkadır. Birinin yüzünde pembe bir ruj vardı, fakültede geziyordu en son.

Ayrıca İzmit’i sevin. Önyargılarınızla gelip kendinize üniversite hayatını zehir etmeyin. Bir şehir yaşadıklarınızla özel, yaşadıklarınızla güzeldir. Tadını çıkartın.

Ya bir de lütfen marjinal olayım diyerek kendinizi rezil etmeyin.

NOT: Kayıta giden arkadaşlar lütfen köpeklere su verin. Yazın gerçekten çok susuz kalıyorlar.

Çok yarım.

House bir bir bölümünde, “Sürekli seni hayal kırıklığına uğratan birini sevmek kadar kötüsü yoktur.” diyordu. Tam hatırlamıyorum ama bunun gibi bir şey söylüyordu. Hatta bölümü de aradım ama şu an bulamadım. Zaten konumuz House değildi. Hatta bir konumuz da yoktu. Sadece bunu söylemek istedim. Defalarca bizi hayal kırıklığına uğratan adamları niye seviyoruz diye sormak istedim.
Cevabını hiçbir zaman bulamadım. Belki de bulmak istemedim. Bilemiyorum. Her defasında yeniden hayal kırıklığına uğrayacağımı bile bile kapıldım bir rüzgara. Ardıma hiç bakmaya bile gerek görmedim. Kırıklıklarım en çok içime batarken hiçbir şey yapmadım. Zaten o da yapmadı. Hatta görmezden geldi.

Bir gün her şey farklı olur diye beklemekten vazgeçelim. Çünkü hiçbir şey düzelmeyecek ve hiçbir şey farklı olmayacak. Her şey tam da bildiğim gibi bıraktığım gibi devam ediyor. Her sahnesini ezberlediğim bir filmi izliyorum sanki. Bir umut anlıyor musun? “Belki bu sefer farklı olur.” cümlesini kurduracak bir umut. Ama hepsi bizim kırıntılarımızdan başka bir şey değil. Hiçbir şey değil.

Bir gün sevdiğim bir kadın, kahvesini içerken birden şöyle demişti, “Tuğba, bir şeyi olduğundan daha fazla görüp umut etme. Gördüğün kadardır; ne eksik ne de fazla.” Hemen orada itiraz ettiğimde “Gün gelecek bir gün…” demişti ve cümlesini yarım bırakmıştı. Şimdi ben o cümleyi çok rahat tamamlayabiliyorum. Bunun için sevinmeli miyim bilmiyorum. Yani altı üstü hepsi bana kaldı. Harmanlayıp harmanlayıp önüme sunuyorum. Pek bir sonuç çıkmıyor yani.

Diyorum ya ihtimaller üzerine tutunup başka hayal ettim. Olmadı. Yani olmuyordu da. Bilinen bir şey. Sadece onun dediği gibi fazla gördüm, olduğundan daha fazla görmek istedim. Sonra hepsi elimde kaldı. Şimdi gidebilirim.

Yazıya devam etmeyeceğim.

Sonra da etmeyeceğim.

Mutlu kalın.

Şarkı.

(Buradaki şarkı zımbırtısı bozulmuş.)

Elimdekileri bırakıp sadece şarkıyı dinlemeye başladım.
Yarım kalmış gibi değil mi? Eksik gibi.
Uykum var. Direniyorum.
Nescafe içip tek uykusu gelen insan ben olmamalıyım.
Kitapta bir cümle düzeltip saatlerce bir şey yapmıyorum.
Şarkıdan şarkıya geçiyorum, şu dakikalar.
Hüzünlerim yine mutluluklarımdan gebe kaldı.
Elimde değil.
Aklıma geliyor.
Çıktığı varmış gibi.
Susuyoruz genellikle.
Konuştukça kıracakmışız gibi.
Şimdi biz sustuğumuz için çok daha fazla kırmadık mı?
Anlamadın.
Ben de.
Gidelim.
Her şey çok anlamsız ama bu çok anlamlı.
Şarkı yani sen.

1 Saat

daktilo

20:17

Haberleri izliyorum, zaman geçsin diye. Geçmiyor.

Yazılarımı daktilo sesine sahip olan programda yazıyorum. Tuşlara basarken çıkardığı sese bayılıyorum, hele ki entera basarken çıkardığı ses beni öldürüyor. Yani öldürüyor dediysem aldığım hazdan. Öyle yani, çoğu zaman. Hatta size programdaki görüntüsünün capsini alacağım. Yazının bitmesini bekliyorum.

İnsan daha yeni başladığı şeyin bitmesini bu kadar mı çabuk bekler? Ama öyle değil mi? Başladığımız her şey hemen bitiyor. Bitmeyen tek şey şu sıkıcı yaz günleri…

Gün resmen hiç geçmiyor, anlamıyorum. Artık gözlerimi açar açmaz maillerimi de kontrol etmiyorum. Önceden öyle miydi? Şimdi kendimi, ne yapacağını bilmeyen ipsiz sapsız olarak görüyorum. Biliyorum, öyle değil ama tatil havası işte. Dediğim gibi bana göre değil. Hem insan Ramazan ayında da hiçbir şey yapmak istemiyor.

Habere odaklandım, tatile giderken bla bla diyor. He tatil he diye trip atıyorum muhabire. Salyangozla gelen güzellik diye bir haber sıradaki, ayy böyle güzelliğin ben diye devam ettim. Hayır bir de tek seansı 250 $’mış. Tabi tek seansla da halledilmiyor hiçbir şey. Neyse; göstermeyin bana böyle haberleri, midem bulanıyor.

20:38

Kendime gerçekten çok kızgınım. Yapacak çok önemli bir işim varken neden erteliyorum bilmiyorum. Benim o kitabı bitirmem gerekiyor, bitirmem. Sıkıcı yaz günleri diye ertelemeye başladıkça bitmiyor. Bugün sevgili yazar aradı, birkaç değişiklik istedi ve o birkaç değişiklik benim 2 günlük çalışma yapmamı gerektirecek. O birkaç değişiklik beni sinir krizine sokup kafayı yedirtecek. Ama olsun, yazar mutlu olsun. Karar verdim; kitap baskıdan çıkar çıkmaz imzalı bir kitabı, kitaplığıma yerleştireceğim. Önce benim kitabı bilgisayara yazmam sonra da onları bir güzel düzenlemem gerekiyor. Yarısı bitti, yarısı da yakında bitecek. Kararlıyım.

Gündüz yazamıyorum, akşam yazayım diyorum. Gece de erkenden uykum geliyor. O yüzden bu akşamdan sonra nescafeli yoğun günlere merhaba demeye karar verdim. Böylece sabahları da erkenden uyanıp gün bitmiyor diye söylenmeye başlamam.

20:42

Söylemeden geçemeyeceğim, kendimi bloglara verdim. Sabah akşam blog okuyorum. Telefondan feedly sayesinde blog okumak o kadar keyifli oldu ki yatıp kalkıp blog okuyorum. Bazen evleniyor, bazen boşanıyor, bazen de çılgınca dünyayı dolaşıyorum. Her blogta ayrı bir havadayım, bu durum fena bir şekilde sardı beni.

Bir ara sizlere tavsiye bloglarım diye yazı hazırlayacağım ama şu an erken. Blog sahiplerini daha iyi tanıdıktan sonra yanlarına üç beş yorumlarımla önereceğim. Zaten öyle kuru kuru önerileri hiçbir türlü sevemedim.

21:17

Kargo beklemeyi ne kadar çok sevdiğimi az çok biliyorsunuz. Babamın dualarından mıdır nedir bilmem, burada yaptığım tüm alışveriş kargoları tekrar geri gönderildi. Hiçbiri tam olmadı, ya büyük geldi ya da bir sorun çıktı. Bu yüzden çok mutsuzum.

Bir de kargoların en güzeli, mektubum geldi geçen gün. Bak postacı geliyor, selam veriyor havasındaydım. Bir de yanında sıcak çikolatalar, kahveler ve çikolatalar yer almış. Hele ki müzik kutumdan hiç bahsetmiyorum. O günkü mutlu halimle yazmak isterdim ama iki kelimeyi bir araya getirecek pek fırsat bulamadım. Neyse. Şimdi ben de cevabımı yazıyorum, çok keyifli. Mektup arkadaşlığı ölmesin, çok yaşasın!

Bu arada ikimizde mektup dozajını kaçırıp destan yazıyoruz. Mektup kağıtlarımızı birbirine bağlasak adrese kadar kendisi ulaşacak resmen. Olsun, biz mektuplarımızı böyle bağrımıza bastık. Bak postacı geliyor, selam veriyor.

Şarkısız yazı ekleyince garip oldum, hiç bana göre değilmiş.

Neyse, bahsettiğim programda yazarken şöyle bir hâlde oluyor. Tık tık.

Dayanamayacağım şarkı vereceğim. Bu şarkıyı da mutlulukla dinleyin. Tık tık.

Çokluk Denklemi

Hiçbir şey yokmuş gibi aslında. Hepsi bir anda geçiyormuş gibi.

Önce keyifsizliğime bakıyorum sonra bir de on(lar)a. Aklımda olan ne varsa hepsini unutup gidiyorum. Ayağımın yerden kayıp gitmesi gerekirken daha sağlam basıyorum yere. “Hayır, kesin kararlıyım. Çekil kenara.” diyorum. Aklımda ve fikrimde olan her şeyin kenara çekilmesi gerekiyor. Öyle ya insanın sorumlulukları ayak altında eziliyor. Önce yere eğilip kaldırıyorum daha sonra da karşıma oturtup bu işin böyle gitmeyeceğini anlatıyorum. Dinliyor, sesini çıkartmadan dinliyor. Böylece sorumluluklarımı da adam etmeyi başarıyorum.

Sorumsuzluklarımla savaşırken bile öyle sıcak bir kucaklama var ki tüm derdi tasayı unutturuyor. Belirsizliklerin Allah belasını versin, size bir şey olmasın dedirtiyor. Ben diyorum. Siz de deyin. Canımızı sıkan her şeyin Allah belasını versin. Yeter ki sevdiklerimiz hep yanımızda olsun. Hani bir reklam var; “Bir tek annem olsun, bana hiç şey olmaz.” diyor ya bence de öyle. Sevdiklerim olsun, bana hiçbir şey olmaz. Sana da olmaz.

Mutsuz değildim ama mutlu olduğumu da söyleyemiyordum. Yani denklemlerde olduğu gibi duygularımı tanımlayabilmek için her şeyi eşitliğin karşısına attım. Buradaki x elbette ben oluyorum. Sonra x eşittir, içinden çıkılamaz karışık ve çoklu bir denklem hâlini aldı. Halbuki 1+1 her zaman 2 ediyor. Çoğu zaman bu gerçeği gözden kaçırıyorum. Eğer tek değilsem, mutsuzluğu hak etmiyorum. Mutluluğu da hak edecek ne var ki diye kendime sorunca nötr bir hâl alıyorum. Sonra bir şey fark ediyorum. Çok önemli bir şey fark ediyorum.

Kollarını açmış bana bakıyor, sarılıyorum.

Öyle içten ve öylesine doğal ki şükrediyorum.

Tanrıya her sabah yeniden teşekkür ediyorum.

Sizce de kardeş çok güzel bir şey değil mi?

Bence çok güzel bir şey. Hiç enerjin yokken bile sana kocaman sarılıyor, için mutluluk doluyor.

Bir de iki kardeşin varsa çok daha güzel bir şey.

Kitaplar. Kitaplarımız.

Şu sıralar kitaplarla yatıp kitaplarla kalkıyorum. Günün ilk ışıklarıyla kitapları bitiriyorum. Çok abartmamak için birkaç gün ara vereyeyim dedim. O yüzden Uykusuz Ciltlere bıraktım kendimi. 2007 yılında ilk yayın hayatına başladığı dönemlere geri döndüm, pek hoş. Çok hoş.

Uykusuz’u bir kenara bırakırsak şu birkaç günde ne okudum, ne yaptım şöyle bir aktarayım istiyorum. Malumunuz artık blog her daldan bir şeyler barındırıyor. Böyle daha keyif alıyorum şu günlerde. Her neyse ilk olarak Dostluk Ekmeği’ni bitirdikten sonra bir türlü okumaya fırsat bulamadığım Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler kitabını elime aldım.

Spoiler vermemeye dikkat ederek şöyle kitabı inceleyecek olursak ilk başlarda beni pek sarmadı. Yani şu parça öykülerin tek noktaya bağlanması ya da parça parça kalması niyeyse beni bir türlü sarmıyor. Küçük Mucizeler Dükkanı’nda bu yüzden sabredememiştim ve yarım bırakmıştım. Harbi bak ben o kitabı okumadım ya İzmit’e dönünce onu da aradan çıkartayım.

PicsArt_1373883985819Erken Kaybedenler diyordum; ilk sayfalarda pek kendimi veremedim ama sonrasında birkaç saat içerisinde su gibi akıp gitti. Erkek çocukların hüzünleri ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi diye düşündüm. Benim gibi okumayanlar varsa tavsiye ederim.

Erken Kaybedenler’den sonra Gökkuşağını Yakalamak kitabına geçtim. Dostluk Ekmeği’nin yayınevinden çıkma bir kitaptı. Allah’ım o ayraçları ne kadar güzel bir şey ya. Kitaba gelecek olursak, sıcak bir hikayeydi. Yeri gelip hüzünlendiyor, yeri geliyor güldürüyordu. Arkadya Yayınlarının romanlarını böyle genellemek istemiyorum ama eğer sonra okuduğum Arkadya Yayınları kitabı da bu tarz çıkarsa onlar için sıcak bir öykü genellemesini kullanabilirim. Böyle aşırı tutkuyla bağlanmıyorsunuz kitaba ama sıcak bir yanı var, çekiyor sizi.

Güneşi Yakalamak ayrı bir güzPicsArt_1373883745546eldi. Bir de bölüm sonlarındaki şifrelerden elde ettiği sözler, çok anlamlıydı. Bazen, evet ne kadar da yerine oturdu şu anda diyordum. İnsan hüzünleri her yaşta aynı ev sahipliğini yapıyor kitapta. Kitap çok güzel bir yazıyla başlıyor. Diyor ki, “Hayatta Gökkuşağının peşinden ya gidersin ya da gitmezsin. Gökkuşağının peşinden gitmeye devam et…” Nedendir bilmem ama çok sevdim ben girişi. Gökkuşağı rengine bürünüp oradan oraya koşasım var, şu günlerde.

Kitap bittikten sonra ne yapsam, ne okusam derken bu sefer de yine okumamış olduğum Ayşe Kulin’in Adı Aylin kitabını elime aldım. Lisede Sevdalinka kitabını okuyup günlerce ağlamış biri olarak Ayşe Kulin’in nedense kitaplarını o yüzden hep ayrı seviyorum. Ancak her yazardan olduğu gibi bir süre sonra sıkılıyorum, yoruluyorum, hataları gözüme batar oluyor. Aslında bu kitap için ayrı bir yazı yazıp uzun uzadıya incelemeyi düşünüyordum ama şu sıralar kitap okumaktan pek yazmaya fırsat bulamıyorum.

PicsArt_1373884564008Kitaba gelecek olursak, Aylin’in ölümüyle başlayıp ölümüyle son buluyor. Tüm her şeye rağmen beğendim, çok beğendim. Ama katile dair yazarın yorum yapmadığı için ya da farklı konuları irdelemediği için kızdım. Sonra kalktım nette de araştırma yaptım, hayır yok. Hiçbir şey yok. Garip ve tuhaf. Aylin’in hayatı evet, çoğu okur gibi beni de etkiledi. Sondaki fotoğraflar ise çok güzeldi. Hepsini tek tek inceledim ve bu kadın gerçekten çok güzelmiş dedim. Bu arada Aylin’in yeğeni olan ama 10 yıl annelik yaptığı Tayyibe, milletvekilliği yapmıştır. Spoilera girmeden böyle de bir bilgi vereyim dedim.

Bu aralar kitap okumaya biraz ara verip editörlüğünü yaptığım kitabı yazmaya odaklansam hiç fena olmayacak. Hatta çok iyi olacak.

Not: Mektup bekliyorum. Çok heyecanlı.

Bir not daha: Yine maske yaptım ama bu sefer göz altına. Ondan önce de başka bir maske yapmıştım; saç, yüz ne varsa deniyorum şu sıralar. Maksat zaman geçsin. Ev maskeden ve ıvır zıvırlardan geçilmiyor şu sıralar.

Farklılığa uçmak

– Bu sefer farklı olacak. Çok farklı olacak, inanıyorum.

lalaHep böyle kandırdım kendimi. Belki de gerçekten dediğime inandım. Zaten ben inanmazsam, sizin de inanmanızı bekleyemem. Ama sonuç olarak hiçbir şey farklı olmadı. Ben ne kadar inanırsam inanayım sonuç yine değişmedi.

Değişmesi için elimden geleni yapmadım diye düşündüm. Hayır, ben bu sefer farklı olması için elimden gelen her şeyi yaptım. Koşulsuz, hiçbir şeyi sorgulamadan ve irdelemeden kabul ettim. Her şeyi bir kenara bıraktım. Hani elimdeki son umut kırıntılarını da başkaları yemesin istedim. Ancak bu da yeterli olmadı.

Bazı akşamlar, artık her şeyin yoluna gireceğini hissediyorum. Bir sabah günaydın sesleriyle uyanacağımı düşünüyorum. Susmak bilmeyen günler geri gelecek gibi oluyor. Sonra bazı akşamlarda da her şeyin bir yanılsamadan ibaret olduğunu kabul ediyorum. Sığındığım yargılarım kanatlanıp benden uzak ötelere yol alıyor ve her gün göğsümdeki kafeste biraz daha sızı birikiyor.

Müptelası olduğum serüven bir günü daha umarak devirdi. Yetmedi tüm beklentilerimi de vakumlayıp paketledi. Paketi önce tekmeleyip sonra da yeni bir orta almak istedim. Öyle beceriksizce yaklaştım ki yarım kaldı. Her şey gibi. Biz gibi.

– Bu sefer farklı olacak.

Son demlerindeyim.