bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

Gülümse Anılara

21660_416099878457089_1805488808_n

Okuduğum kitapları anlatamaz oldum. Önceleri okumaya fırsat bulamamamdandı, sonra okuyup yazmaya fırsat bulamadım. Sonra hepsini elde ettim ve yazacak enerjiyi kendimde bulamadım. Bazen olmayınca olmuyor işte. Aslında geçen hafta Bir Gün kitabındaki heyecanını hatırlayarak David Nicholls’ın Bir Soru Bir Aşk kitabını okuyup hayal kırıklığına uğramıştım. Onunla ilgili diyecek birkaç satırım vardı ama sonra araya yoğun kurs programım girdi ve öylece kaldı. Belki bir ara hepsini derlerim.

Ben de dün İngilizce çalışmak istemeyip kitap okumaya başladım. Tabi yazlık seçimlerim hep Arkadya’dan olmuştur. Kışın içimi saran, yazın serinleten bir mucizesi var. Böğürtlen Kışı kitabımı okuyamadan da kaybettim. Çok mutsuzum bu yüzden. Neyse asıl kitabımız Camille Noe Pagân’ın Gülümse Anılara eseri. Yine bir Arkadya eseri ve yine içinizi saran bir öykü.

Kitabımızda dostluk, aile, aşk ve daha nicesi var. Böyle çetrefilli kelime oyunları, edebi sanatlar elbette yok. Mükemmel bir beklenti içine de girmemek gerekiyor. Arkadya Yayınları’ndan bir kitap okurken hiçbir zaman zirveyi yaşayacağımı düşünmediğim gibi olumsuz da karşılaşmayacağımı biliyorum. Tıpkı bu kitap gibi. Yazarımızın bir gazeteci olduğunu öğrenince daha bir sevdim.

Daha çok dostluk üzerine kurulan Gülümse Anılara, 16 yıllık arkadaşlardan birinin kaza geçirmesiyle başlıyor. Spoiler ölçüsünü hiçbir zaman çizgide tutamadığımı biliyorsunuz. İşte bu yüzden çok fazla spoilera dalmadan birkaç şey ile konuyu belirtmek istiyorum. Julia ve Marissa adında iki karakterimiz var. Kitap Marissa’nın ağzından yazılmış olsa da başlarda ana karakterin Julia olduğunu düşünüyorsunuz. Bunda kapaktaki balerin kızın etkisi de olabilir. Ancak bir süre sonra tamamen Marissa’nın hikayesi olduğuna ikna oluyorsunuz. Trafik kazası geçirip ölümden dönen Julia’nın kişiliğindeki değişiklikler Marissa’nın hayatında neler yaratıyor onu okuyoruz.

Dostluk dışında  nokta atışları da yok değildi. Elinizdeki aşka sahip olmanın değerini de çok güzel vurguluyor. Gitgeller yaşayarak ve eskiye hapsolarak asıl değerli olanın farkınıza varmanıza yardımcı oluyor.

Ben sevdim, bu sıcak yaz günlerinde okuyabilirsiniz. Sizi yormaz ve sıkmaz.

Son sözümü de kitaptan bir alıntıyla bitirmek istiyorum.

Hayatımızda bizden bir şeyler bekleyen herkese gelsin.

“İnan bana, üzerinden atması en zor şey fazla kilolar değil, başkalarının beklentilerinin ağırlığıdır.”

Son Günlerde…

Screenshot_1

Ne yapıyorsunuz bu sıcak yaz günlerinde acaba?

Ben sıcak yaz günleri sendromu yaşıyorum.

Fenalıklar geçiriyorum. Tabi onu bir kenara bırakırsak üniversite tarafından kapı dışarı edildim. Genel not ortalamama bile sadece bir kez bakabilmişken bilgi sistemi tarafından hesaplarımız kaldırıldı. Öğrenciliğin kapıları kapandı sevgili okuyucu. Ama yetişkinliğin kapılarını ardına kadar açmışlar. Bunu hiç sevmedim.

Bu arada henüz projeden ses seda yok. Tabi boş durmadım, o arada bir iki projeye de ben kendim başvurayım dedim. Hem de bir tanesi gazetecilik ve sosyal medya alanında. Tek sıkıntı Hacettepe Üniversitesi’ne görüşmeye gitmem gerekiyordu. Ancak kesin olmayan bir şey için kalkıp gitmeyi düşünmedim. Zaten bu 2 ay doluyum.

Her sabah erkenden kalkıyor İngilizce kursuna gidiyorum. Bu kadar erken olması beni öldürecek. Tam bittiği saatte ise gün ortasına geliyor. Bu nedenle güneş beynimi yakıyor, emiyor her zıkkımı yapıyor. Güneşte nefes sıkıntısı yaşayan bir insan olarak üzerine nem de eklenince baş dönmesi, baş ağırısı ve kalp çarpıntısını bir arada yaşıyorum. Hele bugün öleceğim sandım. Otobüs durağında kendimi sakinleştirip nefesimi kontrol altına almaya çalıştım. Hayat bu sıcaklarda çok zor. Kışı da sevmeyen bir insan olarak baharlar tam bana göre. Özellikle ilkbaharı istiyorum. Lütfen lütfen esintiler hayatımızdan hiç eksik olmasın.

İlk defa yazın İzmit’te kalıyorum. Tamam geç gidip erken dönerdim ama daha ailemin yanına hiç gitmedim. En son mezuniyetimde gördüm ondan öncesi ise Şubat’a dayanıyordu. Şimdi kur biter bitmez Çorlu’ya koşacağım.

Böyle kısa kısa notlar gibi oldu bu yazı ama bu aralar bir türlü kafamı toplayıp yazamıyorum. Tamam! Yalan söyledim. Bu sıralar dizi izliyordum. Yalçın’ın dediği gibi bir şeye takıldım mı takılıyorum. Buddha bir bloggera Suits’i önermiş. Biz de Yalçın ile başladık ama daha 2. sezondayken ben bugün itibariyle geçen haftaki bölümünü bile bitirdim. 4 sezon nasıl geldi geçti birkaç günde anlamadım. Buradan size Suits’i önerdiğimi anlayabilirsiniz. Harvey ve Mike ikilisinin zekalarıyla ve karizmalarıyla keyiften dört köşe olabilirsiniz.

Yaz planları hiç de beklediğim gibi olmadı. Bol bol kitap okuyacakken bir türlü kitap okuyamaz oldum. Geçen hafta sadece 1 kitap bitirebildim ve kitap da hiç beni tatmin etmedi. Herhangi yeni bir diziye başlamadan kitaplarıma geri dönmeyi düşünüyorum. Eh tabi bir de İngilizce’ye.

Son olarak 2 tane balığım var artık. Her sabah onları besleyip her kurs dönüşü azıcık onlarla sohbet edip onları izlemeye başlıyorum. Bir tanesi diğerini hep aç bırakıyordu ve ben de sonunda bir yolunu bularak diğerinin kendi karnını doyuracak kadar uyanık olmasını başardım. Daha yemi atmadan ağzını açmaya başlıyor.

Ve son olarak hani kapıları kapanan okul var ya yarın o okula gidip ön başvuru yapacağım. Şişşt. Yüksek lisans değil henüz. Yeni bir lisans. Yetenek sınavı var 4 aşamalı. Pek umutlu değilim ama şansımı denemek istiyorum. Belki kapıyı tekrar aralarım kim bilir?

Öptüm hepinizi.

Bir de akşamları bol bol karpuz yemeyi unutmayın.

Merhaba Hayat!

<a href="http://www.youtube.com/watch?v=oS82gm8quBA?hl=en"><img src="https://i0.wp.com/www.bazenoyleolur.com/wp-content/plugins/images/play-tub.png" alt="Play" style="border:0px;" data-recalc-dims="1" /></a>

İnsan her şeye alışıyor; mezun olmaya bile.

Mezun olmamın üstünden ne kadar geçti acaba? Şöyle bir bakınca aslında ben resmi olarak 26 Haziran’da mezun olmuşum. Henüz birkaç gün olmuş. Perşembe günü tez savunması için jüri karşısına çıktım. Tabi çıkana kadar beklemekten, stresten ve gerginlikten ölebilirdim. Sabah 10:10’da okuldayken sınıf arkadaşlarımın gergin bekleyişi beni de sardı. Jüri karşısına çıkan 6 kişiden 6’sını da düzeltmeye verdiler diye mübalağa yaptıklarını sanıyordum. Ancak ilerleyen saatlerde gerçekten geçen bir elin parmaklarını geçmiyordu.

6. oturumda olduğum için kaç oturumun bitmesini beklediğimi hatırlamıyorum. Ancak bir oturum boşluğunda Yusuf hocayla uzunca sohbet etme fırsatı elde ettim. Sanırım kariyerime farklı yön vermemde etkili oldu. Tabi henüz yönü veremedim ama olsun. Önemli olan en azından artık zamanı gelince ne yapacağımı biliyorum. Aynı zamanda Görsel İletişim Tasarıma başvurmaya karar verdim. Kerim hoca ve Yusuf hocayla onu da konuştuk. Yetenek sınavlarını geçebilirsem ki pek ümitli değilim en sonunda mülakat var. Mülakattan hiç şüphem yok ama hangi ödül töreninde hangi oyuncu ödül almış sorularıyla ve çizim yeteneğimle başta kalmış görünüyorum. Mülakata kadar 3 aşama var ve ben 2 tanesinde de umutlu değilim. Yine de denemek istiyorum. Olur da kazanırsam bekle beni öğrencilik ben geri dönüyorum diyeceğim.

Jüri karşısına çıktığımda gergindim ancak yahu bu adamlardan 2 tanesi ile birkaç saat önce sohbet ediyordun, konu senin konun, nefes al ve başla dedim kendime. Daha önce Türkiye’de ve Dünya’da doğrudan bu başlığı inceleyen herhangi bir tez yazılmamış olmasından bahsederek konuyu anlattım. Çok hakimdim. Öyle hakimdim ki ben bile bu kadar hakim olduğumu bilmiyordum. Jüriyi etkilemekle kalmamış fikre ikna bile etmiştim. Danışman hocam zaten destekleriyle yanımdaydı ama Kerim hocayı ve Gürsoy hocayı da tavlamıştım. Bu kadardı işte. Jüride en uzun kalan ben olmuştum çünkü Kerim hocanın da dediği gibi ilginç bir alandı ve sordukça sorası geliyordu insanın. Keyifli bir jüri geçirdim ve tezimi eline alıp incelemeye bile gerek kalmadı mükemmel, hayırlı olsun dedi ve resmi mezuniyetimi açıklamış oldu.

Bu arada taşındım. Hem de 3 saatte taşındım. Bildiğin baya baya 3 saat. Nasıl oldu diye sormayın inanın ben de anlamadım. Ancak o kadar yorulmuşum ki tozların da etkisiyle gecesinde ufak astım krizi geçirdim. 2 günde de temizlik ve yerleşme kısmını bitirdim. Ancak yerleştirme kısmında Yalçın’ın da çok büyük yardımları oldu. Ben tez savunması için okuldayken o eşyalarımın çoğunu yerleştirmişti. Başarılı bir girişimdi.

İş başvurularım için geri dönmeye başladılar. Pazartesi günü 13:00’da görüşmem var. Ancak şu an için aklımda başka planlar olduğu için ben de tam olarak ne yapacağımı bilmiyorum. Yalçın’ın fikriyle maaşınızı beğenmedim diyerek reddetme lüksüne girebilirim. Her şey Pazartesi günü alacağım maile bağlı sanırım.

Danimarka’da bir projeye başvurdum. Daha doğrusu başvurma evremi de olur da kabul edilirsem uzun uzadıya anlatacağım. Ancak başvurmam da Çağdaş’ın çok büyük etkisi oldu. Projenin kapılarını aralama dışında tercih yapma konusunda da fikirleriyle çok destek oldu. Bir baktım sonraki günlerde İngilizce motivasyon mektubu ve CV hazırlanmaya başlanmıştı. Nasıl olduğunu anlamadan başvurmuştum bile. Evraklarımdan pasaport eksikmiş(!) Eksik olduğunu zaten ben de biliyorum ama projeye onaylanmadan pek işlemlere başlamak istememiştim. Öyle bir mail attım bugün bakalım cevabı gelsin de ona göre işlemlere başlayacağım. Eğer olur da bir sıkıntı çıkmazsa Eylül 1’den itibaren 10 aylığına Danimarka’ya gidiyorum. Hadi oldu da kabul olmazsa bir başka proje ile Avrupa’nın kapılarını aralamaya devam edeceğim.

Şimdilik gündelik yaşam bu şekilde ilerliyor.

Bu arada mezuniyet balosuna dair yazacak çok şey var aslında ama sanırım o da ayrı bir başlıkta irdelenebilir. Genel olarak keyifliydi diyebilirim. Yat kısmında Yalçın ile aramızda ufak tefek hırçınlıklar olduysa da yine gönlümü almayı başardı. Ancak Sortie başlı başına çok eğlenceliydi. Bugün fotoğraflara bakınca gerçekten çok eğlenmişiz dedim.

Ayrıca az önce edindiğim bilgilere göre uzun zamandır uzaktan takip ettiğim bir erkek blogger evleneceğini beyan etmiş bulunuyor. Yazının sonuna kadar evleneceğini hiç tahmin etmemiştim. Hatta şaka yapıyor ya, yine hayal ürünleri bunlar derken yazı sonunda “Oha, şaka değilmiş. İnsan aylardır böyle bir karar evresinde olduğunun en ufak sinyalini nasıl vermez yahu.” diye kendime sordum. Bir kadın blogger olsaydı yemin ederim daha 2 yıl öncesinden onun sinyalini verirdi. 🙂

Kendisini bir kez daha buradan tebrik ediyor ve mutluluklar diliyorum.

Arkadaşlar evlenmeyin, altın çok pahalı. Elbiseler altından da pahalı.

Not: Çok alakasız eklenen Nil Karaibrahimgil şarkısı için kendime engel olamadım. Yazıyı bitirdikten sonra Nil dinlemeye başlayınca yazıya bu şarkıyı da ekleyeyim demekten kendimi alamadım. Arada böyle şeyler yaptığım oluyor.

İmdat! Ben Mezun Oldum.

Screenshot_1

Mezuniyet için fırsat bulup herkes haftalarca elbise arayamadım. Zaten bu sene tüm arayışlarım boşuna oluyordu. Ödül törenimde de aynısını yaşamıştım. Mezuniyette ve haftaya mezuniyet eğlencesinde de aynısı olacağını biliyordum. Mezuniyet töreni için aklımda olan tek şey beyaz bir elbiseydi.

Mezuniyete 1 gün kalmış ve ben mağaza mağaza elbise arıyorum. Pek umutlu olduğum AdL beni hayal kırıklığına uğrattı. Zaten hava sıcak, daracık elbiselerin içine girmek de çıkmak da zor oluyordu. Beyaz elbiseden komple ümidimi kestiğim anda İzmit’in 1 numarası Addax’ta beyaz bir elbise göz kırptı. Görünüşte kalın bir kumaşa sahip gibi göründüğü için çok boğacağını düşündüm. Nitekim kabinde giyinmeye çalışırken de nefes alamadım ve ayy bayılacağım deyip attım kendimi mağazadan dışarı. Tabi atmadan önce fotoğraf çekilmeyi unutmadım. Mağazanın önünde Yalçınla buluştuk ve fotoğrafı gösterdim. Tüm günün sonu elimdeki tek elbise nasıl dedim. Çok beğendi ve hadi alalım dedi. Tekrar denemeden aldık çıktık. Eve gelince gerçekten çok beğendim elbiseyi.

Mezuniyet sabahı annemler erkenden geldi. Onlar direkt okula çıkarken ben de kuaföre koşturdum. Tabi o arada terzi aradığımı hatta hastanede terzi bulduğumu ve okuldan habersiz cüppeyi kestirdiğime hiç girmeyeceğim. Tamamen hazır olduktan sonra kongre merkezine doğru yola çıktım. Annemler salonda en güzel yerlerden birini kapmış. Teyzem ve yengem de sürpriz yapıp gelmişler. Herkese hoşgeldin dedikten sonra arkadaşlarla fotoğraf çekilmeye dışarı çıktım. Sağolsunlar her fotoğrafıma girmişler, bu yüzden hiç tek fotoğrafım yok. Olanlar da mimiklerimin çekildiği birkaç kare.

Tören başlamak üzereydi ve Yalçın ortalarda görünmüyordu. Aradım açmadı. Bir gün önce geç yattığını bildiğim için uyanamazsan gelme, sorun olmaz demiştim. Ancak gelmeseydi burnundan fitil fitil getirirdim. Bunu o da çok iyi biliyordu ki tam zamanında geldi.

Tören başladı ilk örgünler sahneye çıktı, sonra sırayla biz sahneye çıktık. Ayrıca sıra olayı çok ayrı bir olaydı. Kimin nerede olduğu belli değildi ve adım sahnede söylenmiş de olabilirdi. Tam merdivenlerin orada durakladım. Gülden hocanın “Tuğba hadi çık.” dediğini duydum. Hocam adım okunmadı yaa diye boynumu bükerken hala hangi hocamın olduğunu hatırlamadığım bir hocam tarafından sahneye doğru itildim. Gürsoy hoca mezuniyet belgesini tam elime uzatırken adımı okudu. Sahneye döndüm ve işte bu dedim içimden.

Kep atma töreni ve iletişim andını söylemek için daha sonra sahneye tekrar çıkmamız gerekiyordu. O süreçte babamlarla dışarı çıkıp fotoğraf çekildik. Fotoğraflarımızı Yalçın çekti. Babamlarla ikinci kez bir araya gelen Yalçın’ın efendiliği yine gözlerden kaçmadı. Resmen tribüne oynuyor adam. Uzaklara bakıp düşünceli tavırlar, beyefendi cümleler, önemli ataklar…

Pınar hocanın hepimizi iletişim andı ve kep atma töreni için çağırdı. Biraz bekledikten sonra sahnede tüm fakülte yerimizi aldık. Çok heyecanlıydı, 4 yıldır beklediğimiz o an gelmişti. Mezun olan da olmayan da mutluydu. Ancak tam o sırada pankart olayları yaşandı. İlk baştaki pankarta çok gülmüştüm, beğenmiştim. Ancak her yerde PKK, her yerde bölücülük.  Mezun olmayan öğrencilerin mezuniyet kalabalığını kullanarak kendilerini sahneye atıp Gezi Parkı’nı kullanan, Soma’da yaşanılan acı olayı kullanan ve en önemlisi toplumun acılarını farklı amaçlarda kullananlara tahammül edemiyorum. Özellikle ikinci pankarttan sonra sahnede büyük arbede yaşandı. Bir sivil sahneye atladı, güvenlikler sahneyi bastı, havada tekmeler uçtu, topuklu ayakkabılı kızlar sahneden düştü, herkes şokta ve en önemlisi aileler her şeye tanık oldu.

Sonra birkaç slogan attılar. Sonra bizim grup “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye sloganlar attı. Onlar daha çok bağırdı, hala tekmeler havada uçuyordu ve ardından birden 10. Yıl Marşı’nı söylemeye başladık. Sesimiz kısılana kadar bağıra bağıra söyledik ve salonda eşlik etti. Susturduk ama olay dinmek bilmiyordu. İletişim andına geçmek isteyen sunucu hocamıza bir türlü fırsat verilmiyordu. Söylemeye başlıyoruz dedi ve iletişim andımıza başladık. İletişim andından sonra bir kez daha 10. yıl Marşı’nı söyledik ve keplerimizin havaya atılacak heyecanı bile kalmamıştı. Tüm bu olayları 1080p kalitesinde buradan izleyebilirsiniz.

Şu anda izlerken fark ettim sonda fakülte sekreterimizin 10. Yıl Marşı’nda iki eliyle kep sallayarak gözyaşı döküyor. Onu görünce ben daha çok duygulandım.

Namusumuz ve şerefimizin üzerine and içerek iletişim fakültesinden mezun olduk. Bugün de tezime başladım, insanlar tezlerini bitirdi 26’sındaki savunmaya hazırlanıyor, ben daha yeni başlıyorum. Olsun, o da biter. Zaten her şey bitiyor.

Not: Tek fotoğraf çektirmemeye and içmiş troll sınıf arkadaşlarıma buradan selam yolluyorum. Yıllar sonra bile bu kareye bakıp gülmekten kendimi alamayacağım.

Dün mezun oldum, bugün işsiz.

 

Akıntı

+ Önce gözlerini kapat.
– Yersiz.
+ Baştan alıyoruz.
– Bugün nasıl geçti?
+ Kendimi buzdolabının bir köşesinde araya köşeye sıkışmış; hatta unutulmuş ve çürümüş bir sebze gibi hissediyorum.
– Odaklanamıyorsun. Sıkıntı tamamen burada.
+ Parçalanıyorum. Aslında hepsi tek başına anlamsız ama bütünde bir nota var.
– O zaman anlamı mı var?
+ Belki hayır. Düşünsene ya. Vazgeçtim.

Neyse. Bu taslaklarda kalmış. Tam gününde. Çıksın ortaya. Gidiyorum ben. Final haftasını sevmiyorum. Mezun oluyorum birkaç gün sonra. Ne bileyim öyle işte. Hala iş başvuruları yapıyorum. Canım ya.

 

Yazmasaydım Delirirdim!

1

Araya kilometreler girdikten sonra ne kadar yakın olursanız olun birçok şeyden bihaber oluyorsunuz. İlk zamanlarda susmak bilmeyen telefon konuşmaları yapıyorsunuz sonra mailleşiyor ve hatta çok sık görüntülü konuşmalar yapıyorsunuz. Ancak bunların hepsi zamanla azalıyor ve artık çok nadir görüşmeye başlıyorsunuz. Bunlar doğanın kanunu haline geliyor.

Tüm yaşanılan kopmalara rağmen aylar sonra bile görüştüğünüzde hiçbir şey olmamış sanki hiçbir şey değişmemiş gibi konuşmaya başlıyorsunuz. Arkadaşlık bu olsa gerek diye içinizden geçiriyorsunuz. Öyle de oldu.

Esra aradı aylar sonra. Anlat bakalım neler oldu, nasıl geçti bu aylar ve bundan sonraki süreçlerde seni neler bekliyor diye sordu. Yine her zamanki gibi nefes almadan sorular soruyordu. Ben de cevap vermeden başka sorular soruyordum. En sonunda ikimizde pes edip her şeyi güzelce birbirimize anlattık.

Geçen yıl aktif hayatın, sancılı bir hamilelik dönemi ile durağanlaşması ve ülkesinden uzakta olmasıyla ağır bir bunalım geçirdiği dönemde ona verebileceğim en güzel tavsiyeyi verdiğimi söyledi. “Yaz yazmazsan delirirsin, yazmasaydım kafayı yerdim. Kendini yeme kelimeleri ye.” demiştim geçen yıl. Şimdi telefonda bana dedi ki “Yazmasam delirirdim. Tavsiyeni kendin de uygula, yazmazsan delirirsin. Yazmayı sakın bırakma.” dedi. Aslında burada yazmayı bırakma dediği şey “Bana mail atmayı kesme, uzun uzun mail yaz.” demesiydi. Çok açık bunu biliyordum. Ama bilmemezlikten geldim.

Hala ne yapacağıma karar vermediğimin çok farkında olan ve programlamadan huzura eremeyeceğimi bilen Esra, hepsini yap dedi. Kafayı yemiş olabileceğini düşünmeye başladım. Esra’nın da bir an önce buralara dönüp azıcık kendisini dağıtmaya ihtiyacı olduğunu anladım. Sonra ne demek istediğini açıklayınca, “Ohh, çok şükür hala kafayı yememişsin.” dedim.

Toprak’ın ağlamasıyla konuşmamız son buldu. Sonra yazmasaydım delirirdim diye yeni bir blog açmayı düşünmüştüm ki biraz arayınca böyle bir blog karşıma çıktı. Onu okumaya başladım, henüz okumam bitmedi, bitirdikten sonra blog incelemesi yapabilirim.

Henüz hala ne yapacağıma karar veremedim. Her sabah başka bir şeye karar vermiş uyanıyorum, öğlenleri şiddetle ondan vazgeçip gece ise bambaşka bir kararla uykuya dalıyorum. Hepsini yapacaksam ise önümde çok uzun bir zaman gerekiyor. Birilerinden vazgeçmem gerektiğinin farkındayım. Yine de gözüme kestirdiğim birkaç  yere iş başvurusu yapmaktan geri kalmıyorum.

Dün kitaba gömülmüşken başvurduğum bir şirketten aradılar. Hadi şuna da başvurayım dediğim ve en az 3  yıl tecrübe isteyen bir şirketti. Geri dönmelerini beklediğim gibi şartların bana uymayacağını da bekleyemezdim. Beyefendi anlattı sordu, sordu anlattı ve doğal olarak bir tepki bekledi. Benim biraz düşünmeye ihtiyacım var; olumlu bir karar verirsem sizi arayacağım. Teşekkür ederim dedim ve görüşmeyi dahi kabul etmedim. Elde var sıfır. Beni beğeneni ben beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez. Yoksa ben zurna mıyım ha?

12 Haziran’a kadar vaktim var. Yurtdışı mı yoksa başka zımbırtı mı karar vermiş olmamı bekleyen aileme ellerimi açıp “Pır pır ederken canlandı, ellerim bomboş kaldı.” dememeyi diliyorum.

Bir de buraları özledim. Hem de çok özledim.

Bazen öyle olur. 

Henüz Veda Değil Bu

Screenshot_3

Haftalar oldu buralara gelmeyeli. Her zaman dediğim gibi kürkçü dükkanına yine döndüğüm günlerden birindeyiz. Hava Mayıs ayına yakışmayacak derecede yağmurlu, esintili ve buhranlı. Her yer dağınık tıpkı kafam gibi.

Aylar sonra belki de yıl oldu; tek başıma düşüncesiz bir şekilde öğle yemeği yemeli. Yağmur öncesi kitabımla bugün bir restaurantta öğle yemeğimi yerken bir yerleri ve bir şeyleri düşünmeyi bırakmam gerektiğini kendime söyledim. Hava yağacak kadar griyken bir o kadar da bunaltıcı bir sıcak vardı. Kararımı uygulamam gerektiğini bildiğim için bir şeyleri akışına bırakarak kitaba gömüldüm.

Çok sular aktı sevgili okurum. Dere kalmadı ama yollardan bile çok sular aktı. Biriktirip küçük göletler yaptım kendime. Sonra da yaşamın ardına gizledim, tüm umursamazlığımla. Şimdi de dağınık bir salonda oturmuş bu satırları karalıyorum. Ayrıca çok sevdiğim ve aylar önce keşfettiğim şarkının şu günlerde her yerde çalan şarkı olduğunu an itibariyle öğrenince buruk bir iç sızlaması yaşamadım değil.

Bir aksilik olmazsa 1 ay sonra mezun olmuş oluyorum. 12 Haziran’da kep atma törenim var ve ben hala tezin girişini bile yapmadım. Oldukça sakinim. Henüz yoğun iş başvuruları yapmaya da başlamadım. Eşyalarımı da toplamaya başlamadım. Ben henüz hiçbir şey yapmadım ve hiçbir şey yapmamaya and içmiş gibi bir türlü ısınamadığım ve benimseyemediğim bu evin salonunda belki de son yazımı yazıyorum. Anımsayamıyorum ama galiba ben bu evde hiç yazı yazmamıştım. Yazdıysam da dediğim gibi anımsayamıyorum. Her şey biraz tuhaf.

Şimdi üniversiteyi yeniden kazanmış olsaydım gibi cümleler kurmayacağıma çok önceden sözler vermiştim. Böyle dememek için elimden gelen her şeyi şu son günlere kadar yaptım. Bugünlerde de her şey pek önemsiz görünüyor gözüme. Ancak yeni başlayacaklara tavsiyeler verebilirim. Bunu bana diyenleri oldum olası sevmezdim, şu an ben de dediğim  için kendime de kızdım. Ama insan yapmam dediği her şeyi yapıyor. Bunu bilelim ve benimseyelim yeter.

Çok fazla ucuz insanlarla tanıştım. O kadar ucuzlardı ki değerlerini artırmak için başvurmadıkları yol yoktu. Hatırladıkça midem bulanıyordu. Ama şu günlerde ise hepsi bir hiç oldular gözümde. İnsanları nasıl bu kadar görmezden gelebildiğimi inanın ben de  bilmiyorum. İstemediğim zaman ne duyuyorum ne de görüyorum. Biraz daha kontrol altına almayı başardığım dönemlerde benden mutlusu olmaz heralde.

Bu arada kitap fuarını mükemmel bir şekilde bitirdik. Bahar şenlikleri bir sonraki döneme ertelendi ama o gün bulunan koşullar nedeniyle iptal de edilebilir. Kitap fuarı bizi yeterince mutlu etti. Çok tatlı insanlar kattım son dönemime.

Şimdi yeni bir başlangıç yapmak için bir ışık bekliyorum.

Her an her şey olabilir. 

Ama bilmenizi isterim, ben iyiyim. 

Tüm ahlaksız insanlara rağmen ben çok iyiyim. 

Kabuk

10445919_10152181408658861_1790619520146071846_n

<a href="http://www.youtube.com/watch?v=GKw58m0VuwA?hl=en"><img src="https://i0.wp.com/www.bazenoyleolur.com/wp-content/plugins/images/play-tub.png" alt="Play" style="border:0px;" data-recalc-dims="1" /></a>

Yatağa yatıyorum birkaç blog okuyorum, kalkıyorum. Biraz tez araştırması yapıyorum, kitap okuyorum ve sonra tezi yazmaya devam ediyorum. Pes ediyorum ve tekrar yatağa atıyorum kendimi. Sonra kalkıyorum ve blogu açıyorum. Bir ritüel haline gelen Haziran – Eylül arası yazmalarım kendisini iyiden iyiye göstermeye başlıyor. 

Bir hüzün var saç diplerimden parmak uçlarıma. Ara sıra da ağlama nöbetleri ev sahipliği yapıyor. Kendi dilimde bir şeylere veda ediyorum. Eksik ve yarım kalan tüm yarınlarımı bir kenara bırakıyorum. Öyle ya? Değişimin ta kendisiydi.

Aslında konuyla alakası olmayan ancak çok beğendiğim filmler izledim geçen gün. Hatta çok güzel kitaplar okuyup altlarını çizdim. Burada onlara yer vermek istedim. Ama karanlık bir odada ve iflah olmaz enerjimden dolayı aldığım notları sizlerle paylaşamıyorum. Sizin de çok merak ettiğinizi düşünmüyorum zaten.

Yapacak çok şey varken bir şeylere karar verememenin çaresizliği altında eziliyorum. Çok büyük problemlerim var ve o problemin en büyüğü ile şu anda karşı karşıyayım. Öldüremediğim sivrisinekler, beni yiyip bitiriyor. Korkarım, sabaha kadar bir damla kan bırakmayacaklar. Al yedin bitirdin beni diye haykırmak istiyorum. Belki biraz olsun beni anlar?

Sivrisinek ile kavgaya tutuşmaya başlayacak kadar denge çizgimi kaybettim şu sıralar. Kontrolden çıktığımın bir bir kanıtıdır, yalnız kaldığımda yaptıklarım. Denek olmaya gönüllüyüm. 1 saat beni yalnız bırakın ve o 1 saat boyunca beni kayıt altına alın. Ne ben kendime, ne de siz bana inanabilirsiniz. Böyle de bir anımız olur. Sanki hiç yokmuş gibi.

Yazının başına eklediğim şarkı aslında dalga seslerinden oluşuyor ve biraz huzurlu bir yanı var. Her şeyi dalgalarla alıp gözden kaybolana kadar götürecekmiş gibi. Ama tam da şu an o şarkıdan sonra Buckley’e geçip Hallelujah dinliyorum. Hatta dinlemekten kendimi kaybettiğimi itiraf edebilirim. Gözlerimi kapatıyorum ve açtığımda yazı bambaşka bir yerde oluyor.

Tanrım. Ben ne zamandır yeni başlangıçlar yapmaktan geri adım atar oldum? Hangi zaman dilimine kilitlenip kaldım ve hangi adamın dokunuşlarında kayboldum?

Yapacak çok şey var Sebastian ama yapacak heyecan yok.

Kayıp

1

 

Ne çok zaman geçti buraya uğramayalı. Her girdiğimde seni lanet player nasıl çalışmazsın diye sitem ederek terk ettim. Sonra geçen gün bir yorum sayesinde tekrar hayata geri döndüm. Meğersem chrome kafayı yemiş. Meğersem haftalardır boşuna sinir krizine giriyormuşum.

Çok şükür sahalara geri döndüm sevgili okurlar.

Açın kollarınızı “ne me quitte pas” diyerek ben geldim.

Öyle çok zaman geçti ki neyi nereden anlatsam bilemiyorum. Kutlamalar, cenazeler, yorgunluklar, kavgalar, gürültüler öyle çok vardı ki buraya gelip kendimi döküp sonra da kapını kitleyip çekip gideceğim şeyler ama olmadı. Bazen öyle olur. Bazen ne kadar çok anlatmak istediğin şey olursa o kadar anlatamazsın. İnsan alışıyor, her şeye. Bir yerden sonra öfkeye bile.

Düzenli gibi görünen aslında karmaşık bir hayat sürdürmeye devam ediyorum. Yoğun ve tempolu bir dönemin içerisinde kayboluyorum. Ancak arada iyi şeyler de olmuyor değil. Mutlu eden gelişmeler de yaşanıyor hayatımın her aşamasında. Kah gülüyor, kah ağlıyorum. Bulduğum ilk fırsatta “canım hiçbir şey istemiyor yaaa” diye bağırarak bunalıma bile girebiliyorum. Geçen hafta sonu 3 gün hiçbir şey yapmadan yatıp durdum. Tamam halsiz ve biraz hasta olabilirdim ama 3 gün dışarıya çıkıp adım atmadım yahu. Zaten o günlerde Yalçın’ın sabrını ölçmüş ve biçmiş oldum. “Yalçııın su istiyorum, Yalçııın acıktım, Yalçıın ilaç istiyorum.” Dışarı çıkalım mı diye her sorduğunda “İstemiiiyoruuum.” diye bağırmalarım da cabası. Benimle birlikte o güzel günlerde kendisini eve kapatan Yalçın resmen benimle sınandı. 🙂

Bunlarla beraber en güzel şey ise baharın gelmiş olması. Bahar gelince içimde bir enerjiyle ortalarda koşturuyorum. Hava grileşmediği sürece hızlı bir tempoya razıyım. Sizin de içiniz bahar enerjisiyle dolsun.

En yakın zamanda buradayım.

İyi kalın ve beni özleyin.

(Mail atıp hâlimi hatrımı soran herkese de ayrıca teşekkür ederim.)