bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

Nevrotik Kırıklar

Zamansız kırılan şeyler iç acıtıyor. Hediye edilecek olan kristal şarap kadehinin, hediye paketi yapılırken kırılması ya da her şeye hazır bir kalbin tuzla buz olması gibi. Yaşam bizi her zaman kırmızı balonlarla sürprizlere maruz bırakmıyor, damağımızda acı tat bırakacak bir aramoyla bizi beklenmedik bir anda tartıyor. Terazinin kefesinde; acının ve zevkin birleşip dudaklarınıza değmesiyle, gözlerimizden yağan yağmurlar bir oluyor.

Lütfen, rica ediyorum tadı damağımda kalan şarabı, parçaları avuç içimi kanatan aramoyla kıyaslamayınız. Çünkü farklı şeylerden bahsediyor, farklı şeyler dile getiriyorum. Hatta gün gelir de dile gelir diye; herkesin sakladığı o baklayı, dilimin üzerine çıkartıyor ve sıcak bir şarap ile içimin derinliklerine gönderiyorum. Bulunmasını istediğimde bile iç kanamalar geçirtecek ve nevrotik soluklanmalara neden olacak düşüncelerimin; antidepresanlarla uyuşmasını seyre dalıyorum.

Bir. İki. Üç.

Sus, şimdi.

Ahh, bu bloggerdan bozma yazar bozuntusu, bir gece vakti; iç kanamalarını şarapla deşerken sargı bezleriyle hayal kırıklıklarını sarıyor. Küfürbaz serserilerin ağızlarındaki lakırdıları bir prenses edasıyla kibarca tükürüyor yine de öfkesini dindiremiyor. Krizi gelen eroinman sürtükleri gibi nöbet geçiriyor ve aklına gelen her şeyi mürekkebe boyuyordu. Ahh bu yazar bozuntusunun çehresi bile vücudundan bitap düşmüşken hala seyircilere son kanatlarını çırpıp, gövde gösterisi yapıyor.

Parmaklarının arasında yitirdiği orkideyi, yaşatamayacağını bildiği halde defalarca gözleriyle suluyor. Sonra da en sevdiği melodiyi kanlı gözlerle mırıldanıp, perdesinin arkasına saklanıyordu. İç kanamalarını durduramıyor, damarlarından fışkıran ızdıraba orkideyle bile son veremiyor. Ahh, ayakta durmaktan bile acizken, kelimeleri yaşama dizerek cümleler kuruyor ve son günlerini şuursuzca teslim ediyordu.

Otuz. Otuzbir. Otuziki. Otuzüç.

Konuş, şimdi.

Ve siz bayım!

Karanlık çoktan çökmüşken yüreğime; bir zamanlar maviliğinde irkildiğim arzularımı şehvetle sana sunmak istediğimi düşünüp, başıboş insanların gezdiği tenha sokakların birinde, kokuşmuş pişmanlıklarını yaşamaya mahkum olacaksın. Ben ise kanayan yaralarıma pansuman yaptırırken, cımbız ile batan kırıkları çekeceğim. İşte o vakit, senin hayatımdan siktir olup gitme vaktinin habercisidir.

4 Temmuz’da Yoldayız

Geziye karar verdikten sonra araya o kadar çok şey girdi. Bahar şenlikleri, sınavlar, projeler, taşınmalar ve son olarak da bütler girdi. Bir de Okan’ın bütlerinin çok geç bitmesi söz konusu oldu. En son neler diyordum size hatırlamıyorum bile. O arada taşındım derken Çorlu’ya geldim. Tam her şeyi ayarladım derken bu sefer de laptobu servise gönderdim. İnsanın kendi bilgisayarı gibisi yok. Klavye bile bir yabancı…

O süre zarfında defalarca tema değiştirdim. Kiminiz gördü, kiminiz hiç görmedi şekilden şekile girdi blog. En sonunda bu temada karar kıldım. Sade, hoş ve zarif; kadınlar gibi. Henüz eksiklikleri var ama birkaç güne tamamlanır diye bekliyorum. O sırada da laptobum gelmiş olur.

Gezi için kimler geliyor, kimler gidiyor hep bir karışıklık oldu. Hülya da çıkan planlar nedeniyle onun gelmesi kesin olarak tarihe karıştıktan sonra Okan’ın Amerika vizesini bekledik durduk. Tamam itiraf ediyorum, beklemedim. Çünkü vizenin çıkmayacağını başından beri hissediyordum. Nitekim Amerika geçen hafta kesin olarak Okan’a ikinci reddi verdi. Bu duruma üzüldüğümü de sevindiğimi de söyleyemem.

@martiikanadi Sevil var bir de. Kendisi bize biz yola çıktıktan birkaç gün sonra eşlik edebilecek. Tam emin olmamakla beraber ayın 8’inde bizim bulunduğumuz şehirde buluşacağız. Bu arada Temmuz 14 Sevil’in doğum günü. Doğum gününü nerede ve nasıl kutlayacağımızı onun kadar ben de merak ediyorum.

Anadolu Ulaşım’dan Ervin Bey’e de ayrıca teşekkür ederiz. Başından beri her türlü soru ve sorunumuzda yardımcı oldu. Biz sormaya o yanıtlamaya bıkmadı. 🙂 Kaç kez aramalarımız toplantılarına denk geldi. Hele o son logo olayında bir türlü aramalarımız birbirine denk düşmedi. En son rotayı da kendisine gönderdik.

Evet, rotayı belirledim. Belirlerken ne kadar çıldırdığımı ne kadar anlatsam ifade edemem. Kafayı tam anlamıyla yediğim saatlerden biriydi. Hatta kaç tane çizgisiz dosya kağıdı, kaç harita, kaç Atlas ortaya açtığımı tahmin edemezsiniz. Fotoğrafını çekmiştim ama kart okuyucu bozulmuş, ekleyemiyorum buraya. Okan’ı arayıp isyan modunda ona da kafayı az yedirtmedim. Hayır, ben öyle istemiyorum böyle olacak diye haritayla inatlaşıyorum. Anadolu Ulaşım’ın sayfasında krizlere giriyorum. En sonunda her şeyi bir kenara fırlatıp dışarı çıktım.

Geldiğimde tüm kağıtları fırlatıp uyudum. Öbür gün sakin kafayla kendimi odaya kapatıp kola ve müzik eşliğinde çok kısa sürede sorunsuz bir şekilde bitirdim. Ohh be oh dedim. Hatta emin olmak için tekrar tekrar kontrol ettim. Dün o kadar uğraşıp bir türlü yerleşmeyen boşluklar diğer gün hemen yerleşince evde yamyam dansı yapmaya başladım.
Az kaldı sanki?

Beklenmeyen Misafir

Suyun kaynamasını beklerken bir yandan da elindeki dergiyi karıştırıyordu. Zil çaldığı anda yerinden irkildi. Kapının dürbününden baktığında yüzü kireç gibi oldu. Nereden bakarsa baksın o çift gözü her yerde tanırdı. Kapıyı açmadan önce karşısındaki aynaya baktı ve tokasının arasından çıkan saçlarını düzenledi.

Sanki onu bekliyormuş edasıyla kapıyı açıp hoşgeldin dedi. Gelebilir miyim diye sorduktan sonra sorusunun cevabını almadan çoktan ayakkabısını çıkartmaya başladı. mutfağa geçerken kendime kahve yapıyordum, sen de ister misin diye seslendi. Evet, ama üçü bir arada olsun diye ekledi.

Adam salona şöyle bir göz gezdirdi. Kendinden izler aradığı o kadar belliydi ki dayanamayıp sordu.

-Şu köşede ev hediyesi olarak aldığım vazo yok muydu?

Elinde iki fincanla salona girerken;  komşunun kızı kırdı diye cevap verdi.

-Kapıyı başkasının açacağını tahmin ediyordum. Seni beklemiyordum. Taşınmış olacağını düşünüyordum.

-Evimi hep sevmişimdir bilirsin.

Neden burada olduğunu sormak istiyor ama bir türlü kelimelere dökemiyordu. Bu şehirde, bu evde, şu an onun salonunda ne arıyordu. Adam, kadının aklından geçenleri az çok tahmin ediyordu. Kadın kadar heyecanlıydı ama rahat davranıyordu. Birkaç iş görüşmem var, dün geldim. Yolumda buradan geçince bakmak istedim dedi.

Kadın kahvesinden bir yudum aldı. Gözlerini ondan uzak tutmaya çalışsa da başaralı olamıyordu. Saçlarını artık eskisi gibi taramadığını fark etti. Gözleri de çok yorgundu. Onu incelerken aslında bir zamanlar onu ne kadar çok sevdiğini hatırladı. Ne zamandan beri üçü bir arada içtiğini, saçlarını ne zamandır böyle taradığını, kravatanı ne zamandır çizgili kullandığını sormak istedi.

-Sen nasılsın? Neler yapıyorsun? diye sordu adam.

-Eski işimden ayrıldım. Kendime daha çok vakit ayırabileceğim daha iyi bir yere başladım.

-Orası zaten seni çok yoruyordu. Senin için doğru bir karar olmuş.

-Zamanla her şeyi fark ediyorsun.

Adam sustu. Kadın devam etti.

-Sahi bir kızın olmuş. Tebrik ederim.

-Teşekkür ederim. Çok çabuk büyüyorlar, kocaman oldu. Seni ne zaman evlendiriyoruz?

Kadın daha birinci düğümü çözememişken ikincisi daha ağır geldi. Yok diyemedi. Senden sonra hayatıma doğru düzgün hiçbir adam giremedi. Senden sonra kollarımın arasında kimseyi büyütemedim. Hiç kimseye sana baktığım gibi bakamadım diyemedi. Bunları çoktan aşacak yıllar girmişti araya. Gözlerinin dolmaması için tanrıya dua ederken, evlenmeyi hala düşünmüyorum ama hayatımda biri var. Böyle çok mutluyuz dedi.

Sanki yıllar önce bu kapıdan çıkıp giden o değilmiş gibi şimdi geçerken uğradığında her şeyin bıraktığı gibi olmasını bekliyordu. Kadın zamanın tüm gücünden yararlanmış ve dimdik ayaktaydı. Yıllar önce gelmiş olsa bu kadar kararlı karşısında duramazdı. Gözyaşlarına çoktan boğulur, bunu bize neden yaptın diye sorardı. Hatta onu bırakmaması için yalvarabilirdi.

Kadın ayağa kalkıp çekmeceden bir albüm getirdi. İşte bu. Belki zamanla beni evliliğe ikna eder dedi. Adam fotoğrafa baktı. Yabancının kollarındaki kadının gülümseyişini, dudak kenarındaki gamzesini, gözlerindeki geçmişi gördü. O yabancı yerine o fotoğraftaki ben olmalıydım diye düşündü ama sesini çıkarmaya hakkı yoktu.

Adam kahvesini bitirdi ve artık gitmesi gerektiğini söyledi. Birbirlerine son kez sımsıkı sarıldılar. Buruk ses tonlarıyla, birbirlerine arada görüşelim diye yalan söylediler. İkisi de bir daha ne zaman karşılacaklarını bilmiyorlardı. Adam merdivenlerden indi ve gitti. Kadın odasına gidip ev hediyesi olarak aldığı vazonun içinden eski fotoğrafları ortaya döktü. Dayanamadı balkona çıkıp seslenmek istedi. Balkona çıktığında adam çoktan arabayla köşeyi dönmüştü.

Adam geçen yıl boşandığını, onu sevmekten hiç vazgeçmediğini ve bu şehre sırf onun için geldiğini söyleseydi. Kadın da arkadaşıyla çektirdiği fotoğrafı sevgilisi diye göstermeseydi belki de şu an ikinci kahveyi içiyorlardı.

Birbirlerini yıllar sonra ilk ve son görüşleri oldu. Adam kızını da alıp yurtdışına yerleşti. Kadın hala köşeyi dönmeden ona yetişebilseydi ne olurdu onu düşünüyor.

Beklenmeyen Misafir

Suyun kaynamasını beklerken bir yandan da elindeki dergiyi karıştırıyordu. Zil çaldığı anda yerinden irkildi. Kapının dürbününden baktığında yüzü kireç gibi oldu. Nereden bakarsa baksın o çift gözü her yerde tanırdı. Kapıyı açmadan önce karşısındaki aynaya baktı ve tokasının arasından çıkan saçlarını düzenledi.

Sanki onu bekliyormuş edasıyla kapıyı açıp hoşgeldin dedi. Gelebilir miyim diye sorduktan sonra sorusunun cevabını almadan çoktan ayakkabısını çıkartmaya başladı. mutfağa geçerken kendime kahve yapıyordum, sen de ister misin diye seslendi. Evet, ama üçü bir arada olsun diye ekledi.

Adam salona şöyle bir göz gezdirdi. Kendinden izler aradığı o kadar belliydi ki dayanamayıp sordu.

-Şu köşede ev hediyesi olarak aldığım vazo yok muydu?

Elinde iki fincanla salona girerken;  komşunun kızı kırdı diye cevap verdi.

-Kapıyı başkasının açacağını tahmin ediyordum. Seni beklemiyordum. Taşınmış olacağını düşünüyordum.

-Evimi hep sevmişimdir bilirsin.

Neden burada olduğunu sormak istiyor ama bir türlü kelimelere dökemiyordu. Bu şehirde, bu evde, şu an onun salonunda ne arıyordu. Adam, kadının aklından geçenleri az çok tahmin ediyordu. Kadın kadar heyecanlıydı ama rahat davranıyordu. Birkaç iş görüşmem var, dün geldim. Yolumda buradan geçince bakmak istedim dedi.

Kadın kahvesinden bir yudum aldı. Gözlerini ondan uzak tutmaya çalışsa da başaralı olamıyordu. Saçlarını artık eskisi gibi taramadığını fark etti. Gözleri de çok yorgundu. Onu incelerken aslında bir zamanlar onu ne kadar çok sevdiğini hatırladı. Ne zamandan beri üçü bir arada içtiğini, saçlarını ne zamandır böyle taradığını, kravatanı ne zamandır çizgili kullandığını sormak istedi.

-Sen nasılsın? Neler yapıyorsun? diye sordu adam.

-Eski işimden ayrıldım. Kendime daha çok vakit ayırabileceğim daha iyi bir yere başladım.

-Orası zaten seni çok yoruyordu. Senin için doğru bir karar olmuş.

-Zamanla her şeyi fark ediyorsun.

Adam sustu. Kadın devam etti.

-Sahi bir kızın olmuş. Tebrik ederim.

-Teşekkür ederim. Çok çabuk büyüyorlar, kocaman oldu. Seni ne zaman evlendiriyoruz?

Kadın daha birinci düğümü çözememişken ikincisi daha ağır geldi. Yok diyemedi. Senden sonra hayatıma doğru düzgün hiçbir adam giremedi. Senden sonra kollarımın arasında kimseyi büyütemedim. Hiç kimseye sana baktığım gibi bakamadım diyemedi. Bunları çoktan aşacak yıllar girmişti araya. Gözlerinin dolmaması için tanrıya dua ederken, evlenmeyi hala düşünmüyorum ama hayatımda biri var. Böyle çok mutluyuz dedi.

Sanki yıllar önce bu kapıdan çıkıp giden o değilmiş gibi şimdi geçerken uğradığında her şeyin bıraktığı gibi olmasını bekliyordu. Kadın zamanın tüm gücünden yararlanmış ve dimdik ayaktaydı. Yıllar önce gelmiş olsa bu kadar kararlı karşısında duramazdı. Gözyaşlarına çoktan boğulur, bunu bize neden yaptın diye sorardı. Hatta onu bırakmaması için yalvarabilirdi.

Kadın ayağa kalkıp çekmeceden bir albüm getirdi. İşte bu. Belki zamanla beni evliliğe ikna eder dedi. Adam fotoğrafa baktı. Yabancının kollarındaki kadının gülümseyişini, dudak kenarındaki gamzesini, gözlerindeki geçmişi gördü. O yabancı yerine o fotoğraftaki ben olmalıydım diye düşündü ama sesini çıkarmaya hakkı yoktu.

Adam kahvesini bitirdi ve artık gitmesi gerektiğini söyledi. Birbirlerine son kez sımsıkı sarıldılar. Buruk ses tonlarıyla, birbirlerine arada görüşelim diye yalan söylediler. İkisi de bir daha ne zaman karşılacaklarını bilmiyorlardı. Adam merdivenlerden indi ve gitti. Kadın odasına gidip ev hediyesi olarak aldığı vazonun içinden eski fotoğrafları ortaya döktü. Dayanamadı balkona çıkıp seslenmek istedi. Balkona çıktığında adam çoktan arabayla köşeyi dönmüştü.

Adam geçen yıl boşandığını, onu sevmekten hiç vazgeçmediğini ve bu şehre sırf onun için geldiğini söyleseydi. Kadın da arkadaşıyla çektirdiği fotoğrafı sevgilisi diye göstermeseydi belki de şu an ikinci kahveyi içiyorlardı.

Birbirlerini yıllar sonra ilk ve son görüşleri oldu. Adam kızını da alıp yurtdışına yerleşti. Kadın hala köşeyi dönmeden ona yetişebilseydi ne olurdu onu düşünüyor.

Günün İlk Işıkları

Sabahları diyordum gözlerini dinç açmak herkesin harcı değil. Bir zamanlar bunu en güzel ben başarabiliyorum diye iddia edebilirdim. Mesela o günlerde; sabahın köründe, günün ilk ışıkları penceremden yatağıma süzülürken dinç bir şekilde kalkıp hazırlanırken şarkımı açıyordum. Kahvaltıyı oldum olası hep atlardım ama o günlerde saatlerce yürüyüş yaptıktan sonra güzelce kahvaltı yapardım. Sonuçta uzun bir yürüyüşten sonra sahilde dergimi okurken, çayımın şekerini eritirken yanında elbette kahvaltı güzel giderdi.

Böyle böyle kendini güne hazırlıyorsun aslında. Günün o kısmından sonrası kötü de geçse elinde güzel bir sabah oluyor. Her gece yatağımızın kenarına biriktirdiğimiz gözyaşı mendilleri, sabah çöpün dibini boyluyor. Yeni bir gün umuduyla adım atıyorsun ve aslında her şey birer yinelenmeden ibaret oluyor. Ziyanı yok, her şey mükemmel olmak zorunda değil. Biraz iyi olsun yeter.

Bir de bazıları daha şanslıdır mesela. Günün ilk ışıklarını sevgilinin kollarında selamlıyordur. Sevgilinin verdiği mutluluğu güzel bir kahvaltı ile süsleyip hiç bitmeyen enerjileriyle sohbet ediyorlardır. Bazen düşünürüm insan sabah sabah konuşacak ne bulabilir ki diye. Oysa biraz daha içine girince anlayabiliyorsun. Aslında en canlı konular günün ilk saatlerinde konuşulabiliyor. Bu şanslı insanlar da o saatleri çok güzel değerlendiriyor. Hepimiz bir dönem tattık o zevki ve bazılarımız hala tatmaya devam ediyor. Bir de hiç tatmamış insanlar var. Onlar bu dediklerimi anlayamaz. Anlamalarını da beklemiyorum.

Sevgiliyle olan şansı şuraya bırakalım. Hatta mümkünse bir süre şanslı olanların üzerine örtü örtelim.  İnsan yalnız da günün ilk ışıklarının tadına bakabilir. Doyasıya içine yeni günü çekebilir ve kendini şımartabilir. Çoğu zaman yapmıyoruz bunu. Mesela ben o günlerde güne çok güzel başlıyordum. Belki mutsuzdum, belki keyifsizdim ve belki çok yalnızdım ama günün o saatlerinin keyfini çıkartıyordum. Günlerim kötü geçiyordu, kimseye tahammül edemiyordum. Böyle de dediğimde sanki şu an her şey bambaşkaymış bir havası vermiş oldum. Değil. Ama konumuz da bu değil zaten. Sabahlarım çok güzel diyordum ve günün sonrasında hiçbir şey yapmıyordum. Sonra gece bugün yine kötüydü her şey ve yine her şey gereksizdi diye sitem ederken, birden sabah yürüyüşlerim aklıma gelirdi. O güzel kahvaltı, sessizlik ve yalınlık aklıma geldikçe bugün yine güzel bir gündü diye günü kendimce kapatıyordum. Belki şimdi günlerim o günlere oranla daha güzel geçiyor ama hep bir eksiklik yaşıyorum. İşte o eksikliği bugün, salonun penceresinden güneş ışıklarının yüzümü okşamasıyla fark ettim.

Dün gece Zanzi’de keşfettiğim bir derginin sayılarına göz gezdirirken, bir yandan da Mustafa’nın verdiği hanımelleri bitirmeye çalışırken babamın Pazar sabahlarını şimdi daha iyi anladım. Biz uyurken hiç üşenmeden kalkıp simitleri alan babamın Pazar sabahlarına verdiği önemi bugün tam da şu anda anladım. Kahvaltı keyfi denilen bir şey var ve hala bir çoğumuz bundan habersiziz.

Belki yarın yine kahvaltıyı atlayacağım ama biliyorum ki atladığım için çok şey kaybedeceğim. Belki de günümün kayda değer olmaması finallerden değil de kahvaltıyı atladığımdandır. Bilemiyorum, siz de bilemiyorsunuz. O yüzden gelin deneyelim. Mesela siz bana sokak simidi alın ama sıcak olacak ve kesinlikle pastane simidi olmayacak, ben çay koyayım sonra peyniri çıkartalım. Televizyonumuzu açalım, kanalları gezelim ve sabah sabah bir şey olmadığından şikayet ederek müzik kanalında duralım. Çayımızı karıştırırken çıkan ses, şarkıya eşlik etsin. Günün sonrasında neler yapacağımızı konuşalım ya da gündemi şikayet edelim. Simidin tazeliğinden söz edelim, hiç olmadı ben kesin kahvaltıyı hazırlarken bir şeyi eksik koymuşumdur, onun üzerine gülüşelim. Güneş ışınları odayı süzsün, masadaki çataldan yüzümüze yansısın ama o an’ı yaşayalım.

 

Hanımellerimi yiyeyim, karışık meyve suyum eşliğinde.

Karikatürize

Hiç olmadığı kadar çok olduk bu hayata. Gerekli gereksiz ne varsa sıkıştırdık beynimize hatta yetmedi kalbimize sıkıştırdık tüm kirli düşünceleri. Sonra da en yakınımıza, neden bu kadar boğuluyoruz diye feryat ettik. Küçük ve anlamsız kayıplara bile haddinden fazla değer vererek kendi canımızı daha çok acıttık. Çünkü hiç olmadığı kadar çoktular hayatımızın köşesinde. Her şeyi olduğu gibi onları da kaybettikten sonra fark ettik. Nefes almak için böylesi daha kolaydı.

Ne diyordum? Hatırlamıyorum. Neyse, önemi de yok zaten. Sizin de önem verdiğinizi düşünmüyorum.

Yaşadığımız karmaşalar ya da kurguladığımız onca yaşam bizim kontrolümüzden çıkarak canımızı sıkmaya başlayabiliyor. Sonra da buna bir suçlu arıyoruz ve bu konudaki usta yeteneğimizle hemen kendimize bir kurban buluyoruz. Çünkü aynanın karşısına geçtiğimizde asıl suçluyla karşı karşıya gelmekten korkuyoruz. İnce titizlikle işliyoruz kanımıza yalanları.

İyi yanlarımızı sarıp sarmalayıp koltuk altımıza alıp siktir olup gitmek istiyoruz çoğu zaman. Biri de karşımıza geçip cehennemin dibine kadar git demiyor. Tuhaf, kal diyen de olmuyor. Her şeyi birbirine katıyor, yanaklarımızı suluyoruz. Hiçbir zaman olmadığı gibi yine çözüm olmuyor ama kabul edin, rahatlatıyor. Sonra başa dönüyoruz ve yine siktir olup gitmek istiyoruz. Belki nehir her seferinde farklı nehirdir ama bizim düşüncelerimiz hep aynı düşünceler. Ara sıra dolaşmaya çıkıyor hatta ileriye gidip terk ediyor ama sonra yine ait olduğu yere dönüyor. Bazen de pusuya yatmış onu çağırmanı bekliyor. İşte yine o zaman cehennemin dibine kadar git diyen olmuyor. Yalan sevgi sözcükleriyle birbirimizi kandırmaktan başka bir şey yapmıyoruz.

Hadi ama biraz olsun kabul edin. Hepimizin bir kenarında isyan etmeyi bekleyen ergen nöbet tutuyor. Yaptıklarımıza, yaşadıklarımıza, aşka, sevgiliye hiç olmadı hayata isyan etmek için görevlendirilmişiz gibi. Ara sıra.

Sizi de yazıya katarak kendimle konuşuyorum yoksa burası işte ne olacak ben de bilmiyorum. Belki eskisi gibi arada sırada gelir böyle yazarım. Belki de burası benim cehennemim olur ve bir gün biri de cehennemin dibine git der; ben de tasımı tarağımı toplayıp buraya gelirim. Hayır, hiçbir şeyimi yanıma almadan; çırılçıplak ve yalın ayak buraya gelir sonra da nefes alırım.

Şarap yoksa su var.

Su gibi lezzetli ol.

 

– Bugün çok yalnızsın.

– Yarın da çok farklı olmayacak.

Kafamızda Deli Planlar

Artık böyle olmuyor projeyi kâğıda dökelim dedik ve Hülyalarda toplandık. Hatta biz o gün değişik bir şey yapıp Okanla beraber kamerayı ayarlayıp saatlerce o günü kayıt altına aldık. Kameradan habersiz olan Hülya sayesinde o videoyu izledikçe gülüyorum. Proje yazımı sırasında Hülya’nın o kek bitecek, o tabak bitecek, o yemek yenecek tepkileri yankılanıp duruyor. Fırsat bulup o videoyu montajlayabilirsek buraya da eklemeyi düşünüyorum. O gün projenin taslağını oluşturduktan sonra Gülden hoca sayesinde son rütuşları yaptım. En azından artık elimizde bir dosya var.

Sponsorluk görüşmeleri için elimizde hazır bir dosya olsa da hala okuldaki etkinliklerimizden hiçbir şey için fırsat bulamadık. Böyle günler geceler geçti. Bir gece facebooktan Dinçer’in attığı link ile kafam allak bullak oldu. Senin proje değil mi bu ya sorusuna karşılık ne kadar çok benziyor, acaba o mu? Yok değildir saçma, kim çaldı lan, kim kim diye siteyi incelemeye başladım. Elbette yalan söylüyorum o panikle siteyi mi incelerim sizce? Hemen kim olduklarını bulmaya çalıştım o sırada da Okan’ı aradım. Onlar da kalabalıklarmış az biraz konuştuk kapattık. Kapatmanın ardından tekrar aradılar, hazırlan geliyoruz dediler. Saat 11 buçukta yurdun önünden aldılar beni. Çok sulugöz bir insan olduğum için de ağlıyorum tabi ben. Yapmam artık, onlar yapsın, boğazlarında kalsın diye söyleniyorum. Evet, gezi boğazlarında kalsın dedim. Böyle de şapşalım.

Her şey bir yana öyle bir an vardı ki hatırladıkça gülüyorum. Arabada önkoltukta oturuyorum, sevineyim diye sürpriz yumurta verdiler. Sürpriz yumurtayı açtım, hem ağlıyorum hem de çikolatayı yiyorum. Ağzım, burnum, ellerim her yer çikolata oldu ama ne ağlamaktan vazgeçiyorum ne de çikolatadan. Benim kelimelerimi kullanmışlar sanki ühühü diye yol boyunca ağladım. O gece tabiki bir şey çıkmadı. Hatta sitenin geri sayımını bekledim ve 1.5 ay önce açıklanması gereken olayı açıklamadılar. Yani devam edemediler, belki de onlarınki farklı bir projeydi ama o günlerde canımı çok fazla sıktı.

Bu süre içerisinde sevgili ailem en başından beri destek oldu. Lisedeyken başka şehre bile onlarsız gitmezdim çünkü bilirdim ki ben gidince annem sabaha kadar uyumuyor, huzursuz oluyor, panik atak krizlerine giriyor o yüzden gitme dediğinde ses çıkarmazdım. İlkokulda Çanakkale’ye göndermişti, bunun hep konuşmasını yapardık. Annemin şaşkınlığı ise hep şu yönde oldu; nasıl ya, nasıl da boşluğumuza gelmiş izin vermişiz. Bu konuşmamızı hatırladıkça gülüyorum. Annemin tüm huzursuzluğuna rağmen bunu gerçekleştirmek isterken hiçbir zaman ailemin engel olacağını düşünmedim. Projeyi kafamda tamamen oturttuktan sonra arayıp bir bir anlattım. Beklediğim gibi destek oldular hatta bu proje çalındı diye ben üzülüp köşeme çekilmişken annemin destekleyici sözleri sayesinde köşemden çıkmaya karar verdim. Her an destekleyen aileme teşekkür ederim.

Uzun bir sessizlikten sonra ansızın ne yaptığımızı bilmeden kendimizi sponsorluk görüşmeleri için İstanbul’da bulduk. Ne randevumuz var, ne de bir şeyimiz ama nedense o an hırs yaptık. O günü sanırım anı anını anlatmalıydık. İstanbullu Okan, İstanbul’un trafiğinde kayboldu! Okan sana taşımı atarım yine. Okan birden tek hedef Vodafone’a kitlendi, hayır öyle şeyler anlatıyor ki benim de aklıma yatıyor. Onun sayesinde ben de sadece oraya kilitlendim. Telefon görüşmemizde mail atmamı istemişlerdi. Önce müşteri hizmetlerine gitmişiz sanırım sonra oradan bir adres verildi ki sormayın bir türlü bulamadık. Hatta bir ara pes ettik, yemek yedik. Nasıl bir caddeyse ne başı ne de sonu belli. Zaten saat 5’de İzmitte toplantı var dönmemiz gerekiyor saat olmuş 1 ne yapacağız belli değil. Tüm uğraşların çabaların sonunda genel merkezi bulduk. Allah nasıl heyecanlıyım, sanki randevusuz görüşebileceğim.

Dönen kapıdan içeriye giriyoruz ama başım mı dönüyor, kapı mı dönüyor hiç anlamıyorum. En sonunda danışmanın önüne geçebildik yani ondan öncesini hatırlamıyorum. Zaman sanki hiç geçmedi ve o danışmaya geçemedim. Adeta konuşmayı unuttum, nasıl adım atacağımı bilemedim. Okan beni bildiği için hemen girişi yaptı. Görüşmek istiyoruz dedik dedik ama randevusuz göreşemeyeceğimizi söylediler. Görüşeceğimiz kişiyle telefonla da randevu alınamıyor, sadece mail ile alınabiliyor. E o zaman biz de çıkardık dosyayı bilmem mi ne hanımın maili var ehe dedik. Hatta post-itlere mailiniz var yazıp birkaç iletişim bilgisi bıraktık ve tatile çıkmış olduğunu öğrendik. O gün Okanlara gidip bir de annesinin yemeklerini yiyip İzmit’e toplantıya yetişmeye çalıştık.

Tam her şeye koşarak devam ederken ben hastalandım ve her şeyi bıraktım. Tansiyonum dengesiz bir hal aldı, şekerim zaten ne ayak belli değil, nefes alırken sorunlar yaşıyorum derken ben pat yere düşüyorum. Devamlı testler, tahliller falan derken ben her şeyden uzaklaştım ve projeyi seneye ertelemeye karar verdim. Ki biliyorum ki ertelersem içimdeki bu enerji sönecekti. Doktorla konuştuğumda bu şekilde yolculuğa çıkmamın uygun olmadığını söyledi. Uzun bir süre ilaçlar, doktorlar, nedenler, tedaviler koşturdum durdum. Bir de işte öyle bir huyum var ki kimseye çaktırmadan halletmeye çalışıyorum. İnsanların içinde pat pat bayılırken çaktırmamak ne kadar mümkün. En azından telefonda babamlara ufak tefek bahaneler sunuyorum.

Aradan zaman geçti ve her şey yoluna girdi. Testler ve tahliller artık problem olmadığını gösterdi. Ama o kadar çok yorulmuşum ki istediğim bu projeye bakmak bile istemedim. Öylece durdu, sıfırdan görüşmeleri ayarlamak çok zor geldi. Ama bir gece bir şey beni dürttü ve bilgisayarı elime aldım…

Nasıl Başladı?

Her şeyi kurguladım ettim ama bir türlü ilk yazımın nasıl olacağını kurgulamadığımı fark ettim. 2 gündür şu odada pinekleyip daha blog açılmadı, ne yapacağım ben diye kara kara düşünüyordum. Tema konusunda zaten ne kadar lanet bir insan olduğumu wordpress dünyasındaki herkes öğrendi. Onu beğenmem, bunu beğenmem, şunun şurasında bu var, bunun burasında bu var diye diye ayları yedim bitirdim ve son haftalara kaldım. Bugün hala tema seçememişken Varol’un gönderdiği temalardan bir tanesini çok sevdim. Yani şu an gördüğünüz bu temayı… Her ne kadar şu an benim heyecanımdan dolayı hiçbir düzenlenmesi, ayarlanması yapılmadan görücüye çıkmış olsa da temamız budur gençler.

Bu blogu açma nedenim diğer tüm bloglarımdan farklı olarak bir macera blogu halini alacak olmasıdır. Hala ya yola çıkamazsam diye tüm olumsuzlukları düşünsem de çok yakında yola çıkıyorum. Hatta artık bunu hayat felsefem yapıp tek bile olsam yola çıkma kararı verecek kadar tutkuyla bağlandım. Tabi tek çıkmaya niyetlenirsem annem ve babam bacaklarımı kırabileceği için yine çıkamayabilirim. 🙂

Ufak bir girizgahtan sonra bırak bu lafları da konuya gel artık Tuğba dediğinizi duyar gibiyim. Bundan aylar önce kötü günler geçiriyordum. Ne tadım ne tuzum ne de bir düzenim vardı. Hiçbir şey keyif vermiyor, hiçbir hedef belirleyemiyordum. Bunun böyle gitmeyeceğini anladığım anda kendimi tutkuyla isteyeceğim başka bir şeye bağlamam gerektiğine inandım. Eğer başka bir şeye tutkuyla bağlanabilirsem kafamı meşgul edecek kadar yoğun olabilirdim. Ne istiyorum ben diye kendimi sorgulamaya başladım. Bana yeni tat verecek ne olabilirdi diye yatakta birkaç gece pinekledim. Ölmeden önce ben ne istiyorum diye kendime sordum. Eğer bir dahaki ay ölecek olsam ne yapardım dedim. İlk seçeneğimin o zaman bile imkansız olmasından dolayı adam gibi bir istek düşündüm. Ben seyahat etmek istiyorum dedim birden.

En azından ne istediğimi anlamış ama ne yapacağımı bir türlü kestirememiştim. Sonra aklıma Mustafa ile yaptığımız ama bir türlü gerçekleştiremediğimiz planlar geldi. Mustafayla birkaç kez ilk trene atlayıp yazı mı tura mı oyunuyla gezmek istemiştik. Ama buna etkinliklerimiz ve sınavlarımız bir türlü izin vermedi. Tam yapacak olduk bu sefer de treni kaldırdılar. Halbuki o zaman için sloganımız bile hazırdı: “En kudretli karar mekanizması yazı turadır.” Sanırım bu hep içimde kalacak. Her şeyi bırakıp Mustafayla yollara düşmeliydik.

Oradan yola çıkarak yine böyle abuk sabuk şekilde planlar yapabilirim diye düşündüm. İşin ilginci ben bunların hepsini beynimde oluşturdum ama beynim bile ne olduğunu idrak edemediği için ben ne yapacağımı bir türlü kendime anlatamadım. O gün tam nereden nasıl geldiğimi bile hatırlamıyorum ama yurda geçip boğazlarım ağrıdığı için Hülya ablanın ballı ıhlamurunu içiyordum. Okan aradı evet tabi bu çok doğal, Okan beni 7/24 arıyor projelerden, seminerlerden aklımıza gelen her şeyi konuşuyorduk. Dinçer’in ve Okan’ın aramadığı günler kesin bir şey oldu diye telaşlanmaya başlıyordum. İşte yine bu konuşmalar sırasında benim kendime bile anlatamadığım beynimdeki her şey dilimin ucundan böyle kelime olarak telefona, telefondan Okan’ın kulağına aktı aktı aktı… Nefes almadan, durmadan, atlamadan her şeyi anlatıyorum. Biliyorum eğer duraksarsam her şeyi unutabilirim.

2 saat telefonda konuştuk. Neden buluşmadık onu da bilmiyorum ama o an telefonda her şey dökülmeye başlayınca engel olmadım. Sonra Okan çok acayip destek oldu. Her şeyi geçtim gerçekleşmesi için bana o kadar motive edici şeyler söyledi ki tutmayın küçük enişteyi diye heyecanlandım. Hatta sponsorlarla görüşme kararını bile o gün telefonda verdik.

-Okan ama bak ben insanların ağızlarını aradım, böyle şeylere sponsor olunmaz diyorlar.

-Tuğba sosyal medyadaki yerini kullanabilirsin. Tüm firmalar sosyal medyaya girmek istiyor.

-Okan ya olacak mı dersin?

-Tuğba o yola çıkacaksın.

Böyle günlerce sohbetlerimizin anateması buydu. Sonra gerçekten bu işi öğrenci usulü yapmaya karar verdim. Hatta bu konuda farklı çalışmalar yaptık. Sponsorluk görüşmesine gideceğiz ama elimizde yazılmış proje yok. Hala şu yaşımda aklımdaki şeyi projeye dökmeyi beceremiyorum. Çünkü biliyorum ki hissettiğim o enerji, o heyecan tam olarak aktarılamıyor. Yani mesela ben şu an bunları yazarken yerimde bile duramıyorum. Kalbim çok hızlı atıyor, parmaklarım klavyenin üzerinde ne yazacağımı bilmeden spontone basıyor, yanaklarım kızarıyor. İşte ben bunları projeyi yazarken nasıl aktarayım. Olmuyor işte olmuyor.

Proje konusunda yardımcı olması için hemen tabiki sevgili Gülden hocaya koştum. O sıra Mustafaların da Avrupa Birliği projeleri vardı. Gülden hoca hep bizimle uğraştı durdu. Farklı fikirler vererek projeye farklı bir bakış açısı kattı. Hatta benim kadar kendisi de çok heyecanlandı. Öyle ki verdiği bir firma ismini o kadar güzel anlatmasaydı şu an bu yazıları yazıyor olmazdım.

Ne yapmaya çalıştığımı yazdıklarımdan az çok anlamış olmalısınız. Yine de belirtmek gerekirse Türkiye’de seyehate çıkmaya çalışıyorum. Şehirlerde yaşadığım maceraları, anıları hatta kendimce yaptığım etkinlikleri size bir bir aktaracağım. Hatta biliyorum ki şu an bu yazıyı okuyan farklı şehirlerdeki okuyucularım o şehire gelince bana kesinlikle yardım etmek isteyeceklerdir. Hep beraber değişik şeylere adım atabiliriz. Yardım edersiniz değil mi?

 

Bu gece giriş yapmış bulunuyorum yarın da bu zamana kadar olan gelişmeleri hatta projenin çalınma durumunu hatta randevusuz Vodafone’un genel merkezine gidip mailiniz var macerasını anlatacağım.