bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

‘bazenöyleolur’ Kategori Arşivi

Bu Yıl Ne Öğrendim?

Biraz poster, hiç takmayacağım kırmızı bir çanta, biraz gereksiz ıvır zıvır ve 1 şişe kırmızı şarap ile sakince yürüyordum. Onları bırakıp biraz daha karda yürümek istediğime karar vermiştim. Kulaklığımı takıp yürüyüş yolunun başından sonuna kadar gidip sonra odama geldim. Şarabımı ve hazırda bekleyen çalma listesini açtım. Yorgunluk ve sersemlikle uyuyup yeni yılın son 15 dakikası uyandım. Zar zor hazırlandırılıp sonra yarım kalan şişeyi de bitirdikten sonra posterleri duvarlara yapıştırıp Gamze’nin yeni yıl hediyesi olarak Rıfkı’yı karşıma alıp oturdum.

Eğer Rıfkı bu yıl farklı olmazsa totemim tutmamış olacak ve çok üzüleceğim dedim. Şimdi o cümlenin ardından 364 gün geçti. Tuttu mu tutmadı mı bilmiyorum. Çok şeyler yaşıyoruz 364 günde. Biraz uçlarda dans edip biraz ortalarda süzülüyoruz. Yılın ilk günlerine Hürriyetten ayrılmış, kulübünün etkinliklerine bile doğru düzgün gitmeyen, 2 gün sonra finalleri olan ama yine hiç umrunda olmayan, bana inanan birkaç insanı hayal kırıklığına uğratmış olarak girecektim. Yani zaten öyle de girdim. Sessiz ve derinden.

Sonuç olarak işimden ayrılmış olabilirdim, kulübe sonra da pek gittiğim söylenemezdi ama başarılı bir final dönemi ve birkaç hayal kırıklığına uğrayan insanların gönlünü almış olarak yılın ikinci haftasını bitirmiştim. Bundan da daha önemli olan bir şey yoktu. Bir insanı hayal kırıklığına uğratmak verebileceğin en büyük hasardır.

Ve sevgili okuyucular ben bu yıl çok şey öğrendim. Yaşayarak, bizzat hepsinin üstesinden gelerek.

Ne kadar çok seversen sev bir süre sonra aslında karşındakini değil de sevmeyi sevdiğimi tek kelimeyle vazgeçtiğimde öğrendim. Bir zamanlar onsuz nefes alamam diye düşündüğün o insanın, son nefesini verecek olması bile umrunda olmuyormuş. Hatta hiçbir şey hissetmeyebiliyormuşsun.

Yıllarca avcunda büyüttüğünüz dostluğun arasına ölüm de girse yaşadıklarınız gelecekte hala yön gösteren pusula olmayı başarabiliyormuş. Anlaması güç bir bağ hep sizin içinizde bir yerde kalıyor.

Siz istemediğiniz sürece hiç kimse ama hiç kimse size yardım edemiyormuş.

Arkadaşım dediğim insanları hayatımdan çıkartırken daha titizlikle çalışmam gerekiyormuş. Daha sonrasında tüm şehir bu olay yüzünden etkilenebiliyormuş. Dengeler alt üst olabiliyor. Çirkefliğin de bu kadarı.

İnsan bir şeyi çok iyi bilebilir, insan birçok şeyi çok iyi bilebilir ama bunu nasıl gösterdiği çok önemliymiş. Süper egosu yerine biraz da mütevaziliğini yüksek tutması gerekiyormuş. Bizzat dibe vuruşunu keyifle izledim.

Asla olmaz, mümkün değil, imkansız gibi kelimeleri kullanmak kendi motiveni düşürmekten başka bir işe yaramadığı gibi etrafındakilerin de enerjilerini düşürüyor. Her şey başarılabiliyormuş.

Yeniden sevmeye başlamak, yeniden doğmak gibi bir şeymiş.

O en yakınım dediğim insanlar bile beni çok fazla kırabiliyormuş. Her gözyaşımda yeniledim bunu.

Kilometrelerce ötede bile bir gün sizinle tanıştığına gerçekten memnun olacak insanlar var. Bu yüzden sırt çantanızı hazırladığınızda aklınıza eseni yapın lütfen. 11 kiloluk sırt çantasıyla ben bunu yaptım.

Farklı bakış açıları kazanmak için farklı işlerde çalışmak gerekiyormuş. Zanzi’de en çok bunu öğrendim.

İnsan en çok kendisini özlüyormuş ve ben bunu şu an ne çok hissettim.

Bu yıl çok şey öğrenerek geçirdim. Kitaplardan ya da anlatılanlardan öğrenemeyeceğim kadar çok şey. Bunları yaşayın, acıları çekin, hatta size bunu yapma üzülürsün diyenleri bile yapın çünkü onlar bile size bir şey katacak. Her şeyi yapın ama lütfen hayatınızdaki insanların hayal kırıklığı olmayın. İnsanların sevme inancını çalmayın. Bir banka soyun, yoldan geçen birinin çantasını çalın ama bir insanın yeniden sevebilme inancını elinden almayın. İnsanlar düştüklerinde ancak hırsla ve umutla kalkabilir. Eğer siz o inancı ellerinden alırsanız, ona uzatılan elleri göremeyecek kadar çaresiz kalırlar. Lütfen, insanları sevmiyorsanız bunu doğru yollardan yapın, kırıp parçalara bölerek yapmayın. Çünkü bu çok can yakıyor ve siz bu acıyı anlayamayacak kadar bencilsiniz. İşte bu yüzden sizi sevmiyorum.

Bu arada bu yıl totem yapmadım. Totemin ta kendisiyim.

İyi olsun bu yıl.

Midenizden kuşlar özgürlüğe doğru hareket etsin.

Bir de çok sevin. Sevmekten hiç korkmayın.

Yeni yıl hediyesi olarak da bana şarkı gönderebilirsiniz, mutlu olurum.

Yorum olarak ya da iletişim sayfasından ulaşarak şarkılarınızı bırakabilirsiniz.

Kırmızı Kilotlu Çorap

Bundan yıllar önce yani ben ya 1. ya da 2. sınıftayım. Zaten 1. ve 2. sınıflar benim için çok iç içe olan ayırt etmesi zor anılar. İşte o vakitlerde 23 Nisan hazırlıkları almış başını gidiyordu. Ben de minik bir şeyim, o dönem ne kadar salgın hastalık, bulaşıcı hastalık ne bileyim geçirmem gereken ne varsa hepsini o yıllarda geçirdim. Okula gittiğim günler, gitmediğim günlerden daha azdı. Kızamık, kızılcık, kabakulak daha böyle envari çeşitte hastalığımı geçirdim.

Ben evde hasta hasta yatarken okul 23 Nisan hazırlıklarına başlamış. Haberim var mı? YOK. Okula bir gün bir gittim, bizim sınıftakilerden bazıları çalışmaya gitmiş. Ne çalışması ya diye etrafta şaşkın şaşkın dolanıyorum. Belki Ertan ve Narin katılmamış olsaydı pek de umrumda olmazdı. Hayır bir de sümüklü Yasemin bile katılmış. Kesin şimdi Ertanla oynuyordur diye sinirleniyorum. Düşünün o yaşımda bile böyle bir kıskançlık, böyle sevdiği erkeği koruma, paylaşamama krizleri geçiriyorum.

O zamanlar tüm hastalıklarıma rağmen sınıfta iyi bir yerlerde olacaktım ki ilk kırmızı kurdeleyi ben takmıştım. Aynı gün Güldane de takmıştı. Aha bir bakıyorum Güldane de yok. Oyy ben nerelere gidem, kafamı nerelere vuram bilmiyorum. Kesinlikle ben de katılmalıyım ama nasıl? İşte ben böyle tilki kurnaz planları yaparken öğretmenim dedi ki, tabi o dönemlerde hoca ıyyyy kötü bir şeydi varsa yoksa öğretmendi. He işte öğretmenim, Tuğbacım, Yasemin su çiçeği olmuş, onun yerine seni alacağım dedi. Tey tey nasıl bir sevinme; bizimkilerin yanına gidiyorum hem de sümüklü Yasemin yok. Bir gittim böyle sıkıcı bir şey olamaz arkadaş ya. Böyle biz filmişiz de etrafımızdakiler bilmem mi neymiş de dönecekmişiz. Hem gösteri için heyecanlıyım hem de çok aptal buluyorum.

Kostümlerimiz gelince fil değil de kelebek olduğumuzu çok sonra anladım. Ama kanadımız hiçbir şeyimiz yok. Allah aşkına n’apıyoruz biz diye düşünüyorum ama kostümler o kadar güzel ki şikayet edemiyorum. Bembeyaz elbise, taç falan sanırsınız peri kızıyım. Sonra bir gün çalışmaya sümüklü Yasemin de geldi. Nereden öğrendiyse su çiçeğinin başka bir insana geçtiğini öğrenmiş. Bir geldi bana sarılıyor, öpüyor, mucuk mucuk kurtaramıyorum kendimi. Sanırım sonradan öğrendiğime göre evleri okulun karşısındaymış evden kaçıp bana bulaştırmak için gelmiş pislik insan.

Tabi ilk gün bir şey yok. Diğer gün yok hoppp bir sonraki gün. Dane dane benleri var yüzünde yüzünde, ateşler içinde yatıyorum. Sırf bizi kıskandığı için o sümsük insan bana bulaştırdı ve kendisi iyileşti. O zamandan beri bir hastalığı başkasına bulaştırınca hemen iyileşebilirmiş gibi hissediyorum. Benim yerime o geçti tabi. Güldane’yle telefonda konuşuyoruz, dedikodu yapıyoruz. Annemler kafayı yiyordu. O kızla bu kadar çok ne konuşuyorduk hiç hatırlamıyorum. Ama Yasemin’i sevmiyorduk.

Bana dediler ki kutlamalar sabah olacak. Gidip izleyeceğim bakalım sümüklü Yasemin, Ertan’a yaklaşıyor mu? Ertan onunla oynuyor mu? Bir de böyle sevinçliyim falan. “Sanki her tarafta var bir düğün. Çünkü en şerefli mutlu gün.” şarkıları söyleyerek hazırlanmaya çalışıyorum. Nasıl cadı bir kız kardeşim var belli değil. Bana o kadar düşkün ki uzun yıllar evden çıkabilmek için neler yapardım. Vuuva abla Vuvaaa abla diye zırlar dururdu. İşte yine o gün servisi kaçıracağım telaşıyla süslenmeye çalışırken bizim cadı beni bırakmıyor. Annemin topladığı saçları çekip bozuyor, önlüğüme bir şey dökmeye çalışıyor, nasıl sinirleniyorum. Ya git uyu dimi? Sabahın 6’sında 7’sinde çıkmasana beşiğinden. En sonunda yine her zamanki gibi bir şeylerimi alıp merdivenlere koşuyorum. Yine merdivenlerde çorabımı giyiyorum. Anneeee çantaam anne diye bağırırken annem balkondan çantamı atıyor. Böyle okula gitmek için her gün olaylar yaşardım. Ödevlerimi de apartmanın merdivenlerinde yapardım. Cadı hiçbir şey yaptırmazdı. Sadece onunla oynayacağım, onunla uyuyacağım hep onunla olacağım. Nasıl pislik bir insanmışsın Yağmur ya. Neler çekmişim senin yüzünden belli değil.

Ben çorabı giyerken bir de baktım ki servis gidiyor. Hemen yola koşuyorum Samet amca, Samet amcaa, Samet amcaaaaa diye ağlıyorum, zıplıyorum, hopluyorum. Yani inanır mısınız yol ortasında o servisi durdurmak için neler yaptığımı bir ben, bir de annemler bilir. İşte annem, yengem, halam, amcam hepsi beni izliyormuş kahkahalar eşliğinde. Çünkü ben hızlıca giyerken kırmızı çorap giymişim. O zamanlar böyle rengarenk çoraplar çok modaydı ama hiç giymediğim o kırmızı çorabı niye giydim ben Allah aşkına ya? Mavi önlüğün altına kırmızı çorap hayal ediyorum da oyyy dağlar. Beyaz muz çorabım nerede benim a dostlar. Tabi ben bunu o zamanlar hiç bilmeyeceğim. Hatta kırmızı çorapla gittiğimi okulda öğreneceğim.

Sonra velhasıl kelam Samet amca beni aynadan görüyor, görmemesi ya da sesimi duymaması mümkün değil ki. 7 ötedeki mahalleye kadar sesimi duyurabilmişimdir. Öleyim ben öleyim diye tepinip duruyorum. Servise bir bindim, hepsi yabancı. Ağzımı açmıyorum, pıstım köşeme. Samet amcanın oğlu Tolga, kızı Tuğba nerede? Yoklar. Okula bir gidiyorum ki meğersem sabahçılar sabah, öğlenciler öğlen kutlayacakmış. Bizimkiler gösteri ekibi olduğu için o yüzden hem sabah hem de öğlen orada olmaları gerekiyormuş. Onlar da bilmeden beni sabah çağırmışlardı. Sabah ki ortalığı ayağa kaldırmam içimde patlamıştı yani.

Ne zaman amcamlar, yengemler bir araya otursak hep benim bu çılgın günlerime dönüyoruz. Kuzenim ellerini dizlerine vurarak Samet amcaaaa, Sameeet amcaaa, beni nasıl bıraktııın Samet amcaaa diye bağırınıp duruyor. O meşhur kırmızı kilotlu çorap ise hala hafızalardan silinmedi. Silemiyorum, nasıl bir leke bıraktıysam silinmiyor.

Bunlar hep sümüklü, sümsük, gıcık Yasemin’in yüzünden olmuştu. Günlerce belki de haftalarca Dansa Davet oynarken eğer o oynayacaksa ben oynamam tehditini ederek onu hep oyun dışı bıraktım. Bir bakıma iyi oldu ohh olsun.

Çocuk da olsam sevdiğime yaklaşan sümüklülerden intikamımı alırım.

Seni Sevmedim Kış Günleri

Enerjim düştüğü zaman çekilmez bir insan oluyorum ve şu sıralar çok fazla enerjim düşüyor. Daha ne kadar düşebilir diye merak ettikçe dibe vuruyorum. Sonra bir bakmışım dip bile yukarıda görünüyor. Uyusam geçmiyor, ne yazık ki uyansam da geçmiyor. Öldürmüyor, süründürüyor. Alışıyorum ve alışmaktan tiksiniyorum.

Midem bulanıyor, içimdekileri içime kusmaya devam ediyorum. Bu çok can sıkıcı ama bir süre sonra geçecek. İnsan inandığı sürece bir şeyler geçer. Bu yüzden geçmek zorunda. Çünkü bir insanı hayal kırıklığına uğratmak çok kötü bir şey. Diğerleri gibi hayal kırıklığı değişmez ve geçmez. Bir insanı seversin ama daha sonra daha çok sevdiğin biri için onu sevmekten vazgeçersin. Hayal kırıklığından vazgeçemezsin seninle beraber büyür. Bunu bilmek insanı kırıp parçalıyor.

Tanıdığını sandığın insanları aslında hiç tanımadığını sanmak da çok büyük bir hayal kırıklığı. Keşke ilk halleriyle kalsalar diyorum. Malesef kalamıyorlar, ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarını yaşamaya da devam ediyorlar. Bunu ellerinden çoğu zaman almayı istedim. Ama başka bir insanı severek dünyayı kurtarabileceğime inandım. Önemli olan kurtarmak değildi, inanmaktı. Dönüp dolaşıp bir kısır döngü olan inanmak da kalıyoruz.

Önemi yok. Hiçbir şeyin. Ama Jay Jay Johanson bu kış günlerinde pek önemli oluyor. Oi Va Voi de bu önemliliğini koruyor. Kalanları şöyle yazlıklarla beraber dolaba kaldırmak istiyorum. Mümkünse insanları da dolabının en arkasına sıkıştırmak istiyorum. Yani hayatımdaki tüm samimiyetsiz insanları. İsterseniz sizin hayatınızdaki samimiyetsiz insanları da bir tarafa sıkıştırabiliriz. Ama bence onları önemsememek daha güzel. Hem şarkı çok güzel, onlardan bahsederek kirletmeyelim.

Soğuğu sevmediğim gibi soğuk insanları da sevmiyorum. Ne kadar sıkı giyinirsen giyin yanlarında üşüyorsun. Can sıkıntısı cabası. Her şey geçiyor da şu can sıkıntısı her daim ortaya çıkıyor ya çok sinirleniyorum. Öyle çok sinirleniyorum ki ağzını burnunu kırmak istiyorum. Sonra başka biri benim keyifsizliğimin ağzını burnunu kırıyor. İşte bu hoşuma gidiyor. O zaman bir kez daha seviyorum.

Kış nedeniyle kapalıyım.

Değişkenlere Bağlı Değişiklikler

İnsan değişmez ama alışkanlıkları değişebilir. Belki aylar önce alışkanlıklarımız değişmez demişimdir. Dediğimi de çok iyi hatırlıyorum zaten. Mesela ilk cümlemde insanlar değişmez dedim ama yazının sonunda insanların değişebileceğini de söyleyebilirim. Bana kim engel olabilir? Ben de öyle düşünmüştüm zaten.

Neyse, diyordum ki; alışkanlıklarımız değişebiliyor zamanla. Mesela bundan 3-4 yıl önce kahve içmeden güne başlayamazdım. Tamamen bir alışkanlıktı ve o zamanlarda bu alışkanlığımdan asla kurtulamayacağımı düşünürdüm. Kahve içmediğim günler baş ağrısından sağa sola saldırırdım. Hiç unutmam bizimkilerle tatilde Karadeniz’i gezmeye karar vermiştik. Kabul ediyorum bizim 1 oyumuz, babamın 10 oyu vardı. Adaletsizlik işte, sonuçta babamın istediği gibi öyle Karadeniz’in batısındaydık. Neyse işte günlerden hangi gündü bilmem ama bir öğlen vakti babam arabaya bir baktırayım dedi. Beni de merkeze at o sırada bir kahve içip kendime geleyim dedim. Küçük bir sahil ilçesiydi. Boydan boya gezmeme rağmen açık hiçbir yer bulamadım. Allah böyle nasıl krizdeyim belli değil. Sordum bir dükkana, açık hiçbir yer bulamıyorum. Neden? Yoksa bilmediğim bir resmi tatilin içinde miyiz diye şikayet ediyorum. Meğersem akşam üzeri açılıyormuş her yer. İlginç bir durumdu ama sesimi çıkaramadım.

Başım ağrıdığı zamanlarda kafamı kopartıp atmak istiyorum. Annemden gelen genetik baş ağrısını atsak atılmıyor, satsak satılmıyor. İşte o yüzden o kahveyi bir an önce içmeliydim. Bir de sadece üçü bir arada içiyordum. Ne yapsam da kahve bulup bu baş ağrısını geçirsem diye düşündüm. Sonra bir ampül çaktı ve gittim markete plastik bardak ile üçü bir arada aldım. Elimde boş boş geziyorum. Sonra bir bahçe kapısı, bir duman, beynimde şimşekler çaktı. Baş ağrısından öleceğime tıklarım kapıyı dedim. Bir gence ve bir teyzeye durumu anlatırken; böyle ben buğulu buğulu sıcak su diye semavere bakıyorum. İşte o bardağa sıcak suyu doldurarak benim kahramanım oluverdiler. Böyle kahve alışkanlığım varken şimdi ağzıma vize dönemlerinde bile zor koyuyorum.

Mesela bir de gece oturma alışkanlığım vardı. Uzun yıllar geceleri okumayı, oturmayı, film izlemeyi yani gece içerisindeki tüm aktiviteleri çok sevmişimdir. Ama gel gelelim bu sene erkenden uyuyorum. Sabah erkenden uyanıyorum. Bir anda nasıl gece oturmalarımdan vazgeçtim bilmiyorum ama bir sabah uyandığımda artık daha düzenli olmam gerektiğini biliyordum. İşte o günden beri artık her gece gün ışığını bekleyerek oturmuyorum. Halbuki az mı güneş doğsun da bir yürüyüşe çıkalım, gelirken börekçiye gideriz sonra gelir bir güzel uyuruz diye uykunun geldiği noktada geri göndermiştim. Şimdi gözlerimi açık tutmaya çalışmak yerine kapanması için uğraşıyorum. Böylesi daha güzel, şikayetçi değilim.

Ayrıca geçen yıl daha çok sorunla boğuşurken hatta hiçbir şey yapmaya vakit bile bulamazken ve evet mutsuzken ne kadar da sorumlu bir insandım. Şimdi tüm sorumluluk duygularımı buzluğa atmışım da donmuş gibime geliyor. Bu zamana kadar sorumluluklarımdan taviz vermezken şimdi umursamazlığım değiştiğimi ve değişebileceğimi gösteriyor. Her koşulda insanları çok eğlenceli bulurken şimdi hepsini çok sıkıcı bulup müsait bir yere defolup gitmelerini istiyorum. İyiki iyi bir insanım; yoksa canımı sıkan herkesin haklarından nasıl geleceğimi çok iyi biliyorum.

Tepkisiz Sinir

Ben ne zamandan beri bu kadar sabırlıyım bilmiyorum. Belki hep böyle bir noktaya kadar bekleme sonrasında ise volkan gibi patlama huyum vardı. Belki de benim en sevdiğim iki sandviçle kapıda beni beklerken bir hışımla “siktir git hayatımdan” diye bağırdıktan sonra onu kaybettiğimi anladığımda artık daha sakin ve mantıklı tepkiler vermeliyim dediğim andan beri sabırlı olabilirim.

Dediğim için hiç pişman olmadım ama şimdi olsa “neden” diye bağırırdım. Hatta cevap vermesini beklerken elindeki sandvicin bir tanesini alır, yerdim. Sinirimi daha çok bozarsa ikincisini de yerdim. Ama ben ne yaptım? Siktir git hayatımdan diye bağırdıktan sonra kapıyı çat diye suratına kapattım. Bari sandviçleri alsaydım değil mi? Onları almadığım gibi bıraktığı zaman da çöp kutusuna attım.

Başka bir zaman olsaydı koşarak hazırlanır, asansörü çağırırdım. O da benden önce alt kata iner, asansörü orada durdururdu. “Ya her seferinde şunu yapma be aptal” der sonrasında merdivenlerden bisikletlere doğru koşardık. Ben daha hızlı olurdum, o daha temkinli. “Sen kulağına hiçbir bok takma tamam mı? Arkandan gelen kamyonun korna sesini bile duyma. Sen kulağına hiçbir zıkkım takma, sana lanet olsun. Çok korktum.” diye beni yumruklayarak sarılıp ağlamıştı bir keresinde. Sonra uzun yıllar sakin yollar hariç anacaddede kulağımıza kulaklık takmamıştık.

Sonsuzluğa kucak açardık bazen. O sırada bir şey olur, bir telefon çalar, biriyle karşılaşırdık. Durduk yere bir şeye canım sıkılırdı. Çünkü canımı sıkarlardı. Belki küfür eden bir insan olsaydım küfürü eder, rahatlardım. Bana ne, duymak istemiyorum lalala diye bağırır, bacaklarım kopacak kadar ağrıyana kadar hızlı bisiklet sürerdim. Ben sakinleşene kadar o da oturur, yüzsüzce sandviçleri ortaya çıkarırdı. Nasıl kokuyu alırdım ya da o nasıl hesaplardı bilmiyorum ama tam zamanında orada olurdum. Saatlerce olduğumuz yerde dedikodu yapardık. Bazen bir çekirdeğimiz ve çayımız eksik olurdu. Bazı günlerde çekirdek bile olurdu yanımızda.

İşte yine o gün o iki sandviçe hayır demeyip aşağı inseydim; sonsuzluğa ellerimizi bıraktığımız anda, neden diye haykırsaydım belki şu an hayatlarımız çok daha farklı olacaktı. Mesela ben onun hareketlerini daha iyi anlayabilecektim. Mesela o son aylarda her gün konuşacaktık. İyi olacaktı. İyi olacaktım. Şimdi böyle yine ilk sinirlendiğim anda her şeyi yakıp yıkacak gibi oluyorum; sonra susuyorum, sakinleşmeyi bekliyorum. Kendi kendime de sakinleşince neye sinirlendiğimi bile unutuyorum. Vereceğim tepkiyi yalayıp yutuyorum, içimde kalıyor.

Birkaç gündür insanlar yine beni sinirlendirmek için yarışıyor sanki. Ya da alerjim her şeyi sinirle algılamama neden olduğu için bu kadar sinirli gözlerimi açıyorum. Kontrolsüz sinir patlamaları yaşamamak adına evet evet diyerek her şeyi geçiştiriyorum. Bir gün yine bir patlama noktasında birilerine “siktir git hayatımdan” diye bağıracağım endişesini taşıyorum. Taşımıyorum değil. Eğer bunu duyacak kadar sinirlendirirlerse zaten siktirip gitsinler hayatımdan. Ben de daha sakin bir hayat için bir kasabaya yerleşeyim, domates yetiştireyim, çiçeklerimi sulayayım, müzik dinleyeyim sonra da kuşlar gibi dans edeyim değil mi?

Şu an bu yazıyı bahçemdeki hamaktan yazıyor olabilirdim. Oysa ben nereden yazıyorum? Emekli hayatı yaşadığımız dağ başındaki güneş sızan odamın yatağından.. Bahçemde bir yandan çay içerken, bir yandan da hamakta sallanırken yazdığımı düşünelim. Öylesi çok daha güzel olur.

Emekliyim

Merkezden Bayındırlık’a taşındığım günden beri hayata küstüm. Hatta kimdi o adam küstüm şarkısı vardı hani; o şarkıyı hayat felsefem yapacağım. Merkeze inmek için harcayacağım 40 dakikayı balkonda çay içerek geçirmeye razı oluyorum. 2 yıl merkez hayatından sonra kendimi kapana kısılmış gibi hissediyorum.

Tam bir emekli hayatı yaşıyorum. Balkona oturmuş, müziğimi açmış; gelen gideni izliyor, çayımı yudumluyor, bilgisayarda yazı yazıyorum. Havada ne kadar güzel böyle Seka’ya inip yürümelik ama ben ne yapıyorum? Toplantıya gidiyorum. Canım şu toplantıları Pazar gününden değiştirip atamadım ya içime oturdu resmen. Pazar günü la benim günüm. Burada böyle oyalanırken yine toplantıya geç kalacağımı düşünüyorum. Neyseki okula 10 dakika uzaklıkta olmamın bir avantajını yaşayarak son anda yetişebilirim.

Bana göre değil buralar onu anladım. Ben 10 dakikada her yere hakim olduğum günleri özledim. “Kapıdayız hazırlan şuraya gidiyoruz” repliklerini bile özledim daha ne olsun. Belki zamanla alışırım kimbilir. Hoş alışkanlıklarımdan vazgeçmek çok zor oluyor. 1 ay oldu hala odaya alışıp doğru düzgün uyuyamıyorum. Parça parça bütünü elde etmeye çalışıyorum. Bazen gecenin bir yarısı uykudan uyanıp yatağı bir tarafa, dolabı bir tarafa alıyorum olmadı tüm odayı dağıtıyorum ama çözüm olmuyor. En son yatağı odanın ortasında bırakmıştım. Yandı beynim yandı diyerek öylece bıraktım. Sonra en eski yerine aldım. Böyle her gece çıldırıyorum.

Bir de alt komşularımız var ki geceleri evde onları susturabilmek için tabana vurmaktan ayaklarım acıyor. Günün her saati arabesk açıp beni çıldırtmaktan zevk aldıklarını düşünüyorum. Bir de arada cluba geçip bassı içimde patlatmaktan hoşlanıyor olmalılar. Dün gece de saatlerce kafayı yedikten sonra sabahın köründe yine uyandırdılar. Aldım yastığımı salona geçtim. Bu sefer de salondan gitar çalmaya çalışan biri. Allah’ım sana geliyorum artık. En sonunda Hülya ile yarı gözlerimiz kapalı ama çok sinirli bir şekilde kapılarına gittik. Pardon da saatin farkında mısınız yeteeer ya yeteeer diye isyan ettik. Gülümseyen bir surat ve arkadaş yeni aldı da onu deniyor kusura bakmayın oldu.

Üst kattan İbrahim açıyor, alttan onlar açıyor. Ben de aralarında uyumak için savaş veriyorum. Günün hangi saatinde bir sessizlik bulursam kafayı yastığa bırakıyorum. Bir gün evden çıkarken açacağım Ajdar’ı, bırakacağım tekrara, takacağım hoparlörü sonra onlar düşünsün.

Emekli oldum ben.

Geçmişe Yolculuk

mektup

Çok zaman geçmiş olabilir. Üzerini bir toz birikintisi kaplamış olabilir. Hatta o ilk aldığın anı hiç hatırlamamış bile olabilirsin. Sonra biraz hafızanı zorlayınca iç çekerek okumaya başlarsın.

Geçen gün odamı yerleştirirken elime geçen küçük notlarımı ve mektuplarımı haftasonu göz gezdiririm diyerek el altına bir yere koymuştum. Bugün de hepsini avcumun içine aldım. Çok eskilerden günümüze doğru şöyle bir göz gezdirdim. Çok keyifli olanları da vardı, çok hüzünlü olanları da… Bazılarını ayıkladım.

Hatırlamak istemediğimiz şeyleri çok güzel bastırabiliyoruz; bunu hepimiz iyi biliyoruz. Evet, çoğu şey ayaklarımıza dolanıyor ama geçmişte içimizi sızlatan çoğu şey gelecekte tebessümle anılabiliyor. Bugün bir kez daha yaşadım. Hazır sonbahara girmişken ben de ne varsa geçmişimde şöyle bir dökeyim dedim.

Bizim dönemimizde derste mesajlaşmaktan çok notlaşmak vardı. Öğretmene ve bir başkasına yakalanma korkusuyla yazılan o hareretli notlar şimdi nasıl da sevimli geliyor gözüme. Mesajlaşmak da neymiş dedirtiyor insana. Elden ele uzatırken “ya notu okursa” korkusunu yaşarken yine de sahibine ulaştırmaları için sevimli ve endişeli gözlerle bakardık.

Başka bir zarfı açtım.

“Avustralya’dan açıklıyorum. Ehh yetti be geliyorum. Hatta mektuptan önce geleceğim. Birazdan. Az sonra.”

Başka bir zarfı açtım.

“Berlin’i sevebilirdim ama ruhumuz Frankfurt diyor.”

Başka bir zarf.

“Seni özlüyorum. Çinli ev arkadaşım ile bu yüzden anlaşamıyoruz.”

Başka bir zarf.

“Bir gün kartpostal göndereceğim aklıma gelmezdi. Bu kartpostal en kırmızısından ve en huzurlu Paris’inden sana geliyor. Senin ruhunu bu şehir tamamlayacak biliyorum.”

Devam ediyorum.

“Yazmadım diye şikayet ediyormuşsun haberlerini alıyorum. Sınavlarım çok fazla. Haftaya Prag, Yunanistan ve sonra yanındayım. Sevdiğin sütlü çikolatayla geliyorum. Kahvaltıyı hazırla.”

Daha fazla devam edemedim. Demetin arasından sarı bir kâğıt dikkatimi çekti. Hemen hatırladım. Birkaç yıl önceydi. Gözlerimi açtım, kimse yok odada. Hava kapalı ve oldukça huzursuz günlerdi. Masadaki bilgisayara uzandım ve yine uyanır uyanmaz film izlemeye başlayacaktım. Ancak bilgisayarın kapağını kaldırınca bu notu bulmuştum.

Hala emin değilim ama çoğu zaman beni böyle şeylerin toparladığını düşünüyorum. Bitirdikten sonra koşup sarılmak istemiştim. Onun yerine ise yatağıma gömülüp son ses müzik açıp içimi dinlemiştim.

Çok samimiydi, içtendi ve gerçekti. Bu çok güzeldi.

Şimdi paramparça hayatlar.

Bir bakıma anlamlı.

İçsel Hesaplaşmalar Manifestosu

Günah çıkartıyorum, bahar yapraklarını yavaş yavaş dökerken üzerime. Kendimi acımasızca cezalandırmamın ve bir adım bile ileriye gidemeyecek kadar tutsak olmamın bedelini ödüyorum. Her gece, her akşam, her gün doğumunda yeniden aynı acıları yaşattığım için en çok kendimi affetmiyorum. İçimde koca boşluklar açıyorum.

İçimdeki boşluğu müzikle doldurmaya çalışıyorum. Çoğu zaman hüngür hüngür ağlatan ve başka biri dinlediğinde o duyguyu alamadığı şarkılar biriktiriyorum. Kimsenin görmesini istemediğim yanlarımı, gece herkes yorganını üzerine çektikten sonra biriktirdiğim şarkılarla karşıma alıyorum. Öyle çocuk ki başını okşayıp “Bir gün tüm kırıkların canını acıtmayacak.” diyorum. Şefkatle o küçük kız çocuğuna sarılmak istiyorum ama geri bir adım atıyor. Hepsi senin suçun der gibi gözlerini gözlerimden ayırmadan bakıyor. Sarılabileceğim bir içim bile kalmadığını o zaman anlıyorum. Ahh Tanrım, hepsi benim suçum. Hepsi ne kadar da onun suçu.

Suçluluları suçlarıyla bir araya getirmeye kimsenin gücü yetmiyor.

Paralel evrende yaşadığımız duyguların seceresini küçük bir kız çocuğuna tutturduğumdan beri suçlarımı şurada bırakarak arkama bile bakmadan kaçmak istiyorum. Bir daha benden nefret ettiğini söylemesine izin vermek istemiyorum. Ben o kadar çok kendimden nefret ederken bir de onun küsmesini taşıyamayacak kadar zayıf olduğumu fark ediyorum. Zayıflıklarım yalnızlıklarımla doğru orantılı ilerliyor. Bu kadar büyümeden önce; o küçük kız çocuğu kadar küçükken hep bunun ters orantılı olacağını düşünürdüm. Tecrübeyle sabitleyerek öğrenebiliyorsun, düşünerek öğrenemiyorsun.

En azından şapkamı çıkartıp tüm her şeyi karşıma koyabilecek kadar hala güçlüyüm. Birazcık şefkate ihtiyacı olan içimin, sıkıntılarını siktir ederek af diliyorum. Artık geceleri daha sakin yaşıyorum; mesela uyuyorum. Bazen gecenin bir yarısında uyanıyorum, gözlerim de kalbim de hala onu arıyor. O zaman kendime küfür ediyorum. Önceden gece gündüz açık olan bilgisayarım artık daha sakin çalışıyor. Uykudan uyanınca birkaç şarkı eşliğinde uyumak için eski görevini tamamlıyor. Şarkılar içimi dolduruyor; bazen kanatarak bazen de öperek. Bir de mesela artık geceleri yazmıyorum. Aslında geceleri yazmayı özledim.  Karşıma geçip; geceler hep daha boktan bir hal alıyor, sabahları umut dolu cümleler kur dediğimden beri sabahları buraya gelip yazmayı deniyorum.

Bunların hepsi bizim için attığım güzel adımlar değil mi küçüğüm?

Canı Sıkılan İnsandan Kork

Tek canı sıkılan, sıkıntıdan patlayan, ne yapacağını bilmeyen tek ben değilimdir eminim. Ama herkes bir yerlere saklanmış bulmamızı istemiyorlar gibi. Yine de oralarda bir yerlerdesiniz, çıkın ortaya.

Hayatta en büyük hastalık hiçbir şey yapmama hastalığıymış. Bizzat şu günlerde yaşayarak görüyorum. Çağımızın en büyük vebası kesinlikle hiçbir şey yapmadan yaşamak… Hayatımı o kadar hızlı yaşamaya, o kadar dolu geçirmeye alışmışım ki şu günleri böyle bunalımlı geçiriyorum. O kadar yoğunken ne zaman bitecek bunlar, ne zaman kafamızı dinleyeceğiz, ne zaman sakin bir hayatım olacak diye çıldırıp duruyordum. Meğersem o günler en güzel günlerimmiş.

Annemin dediği gibi sakin günler geçirmek bana göre değil. İlla ki bir şeylerle uğraşmalıyım. Yoksa amaçsız amaçsız ortalarda dolanmaktan bunalıma giriyorum. Bu böyle olmuyor bari bir iki sanatsal şeyle uğraşayım dedim. Benim için farklı bir alan, babam için ise bitsin artık bu çile moduna dönüştü.

Çıkarttım tüm t-shirtlerimi orası burasını kesip yeni modeller çıkartmaya başladım. Gittim gerekli birkaç malzeme de aldım. Makasımı alıp yakalarını, kollarını, eteklerini her bir yerlerini keserek sanatsal bir çalışma kattım ortaya. Tüm günümü onlarla gerçekten çok güzel geçirdim. Biraz daha internette model çeşitlerini gezinmeliyim diye düşünüyorum. Daha farklı nerede absürd şey var onu bulmalıyım. Hatta hemen yapamayayım böyle günlerce uğraşayım istiyorum.

Bugün tam olarak panayır alanına çevirdiğim odanın kapısında dikilen babamın şaşkınlığını doğal karşılıyorum. Sonuç olarak tek boş yer yok ve her şey kumaş çöplüğüydü.

-O benim t-shirtüm değil mi?

-Ya baba, hiç giymiyordun tamam mı? Orada eskisin kalsın mı? Ben giyeceğim artık.

-Ne diyorsun?

-Baba istemiyorsan söyle geldiğim gibi giderim. Bir t-shirtü bana çok görüyorsun.

Büyük taarruzu duygusal atakla atlattığımı düşünürken birden yine bir soru geldi.

-O senin daha dün aldığın t-shirt değil mi?

-Ya baba kesmek için xxl aldım ben onu.

Sonra annen gelsin de bu odayı görsün bittin sen bakışı attı ve uzaklaştı. Ben de sanatıma boyalarla devam ettim. Bir ara pantolonlarımı da kesip kapri ya da şort falan yapayım dedim ama babamın birden çok üzerine gitmemek gerek diye düşündüğüm için onu bir süreliğine erteledim.

Bu arada bilgisayarım hala gelmedi. Yedek parça bekleniyormuş. Bilgisayar gelmeli dedikçe gelmemekte inat ediyor. Gezinin ertelenmesini istemiyorum, inat etme de gel artık. Hayır babamlar da bilmiyor serviste olduğunu. Ben dokunmadım desem de inanmayacak ki. Tüm her şeyi bozmakla yükümlüyüm zaten. Ben bu evde olmasam bile bozulan her bir şeyden ben sorumlu olabilirim. Tamam geçmişim pek parlak değil ama insaf ya.

Ben bunları böyle düşünürken babam elinde kocaman bir kumaşla geldi ve al sana sanat dedi. Şimdi tüm her şeyi rahat bırak ve bu kumaşla ne yapıyorsan yap dedi. Sanki ben kumaştan dikerek yeni şeyler yapabileceğim. Sanatımın en güçlü gününde babam tarafından dibe vurmuş bir şekilde buralara kadar geldim.

Sanatıma dokunma baba! 🙁

 

Yarın da sabahın köründen başlayayım bari düğünlere hazırlanmaya. Yoksa nasıl geçecek bu zaman.