bazenöyleolur

Kendimi bile çizmiştim kahraman olurum umuduyla.

‘Günce’ Kategori Arşivi

Sabah Güncesi

Günler çok çabuk kararıyor, tıpkı içimiz gibi. Hangi ara pencereyi araladık, hangi ara perdeyi kapadık belli değil. Bir de artık yağmur yağmaya başlayınca kapanan havalarla beraber; ne olduğunu anlamadan günler birbirini kovalayıp gidiyor.

Kapalı havaları hiç sevemedim. Çıksan mı çıkmasan mı, kalksan mı kalkmasan mı, film mi izlesen, sıcak çikolata mı içsen ne yapsan da bu sıkıntı geçse bir türlü bilemiyorum. İçim sıkıldığı için mi hava kararıyor yoksa hava karardığı için mi içim sıkılıyor kestiremiyorum. Her ne haltsa şu an hava soğuk ve iri iri yağmur damlaları cama çarpıyor. Tam olarak bu havalarda insan hiçbir şey yapmamalı. Bir film seçmeli; film inerken o sırada bütün abur cuburlarını hazırlamalı ve sonra battaniyenin içine girip filmi izlemeli. Hatta sonra bir tane daha, bir  tane daha, belki bir tane daha…Bu havalar film izlenmelik, sessiz kalmalık havalar. Yani en azından benim için öyle, sizin için de öyle olmalı.

Sabahın köründe uyandığım için kendime sinirlenirken blogları bari okuyayım dedim. Az önce çok garip bir şey oldu. Yazının bu paragrafından sonra ara vermiş birkaç arkadaşımın blogunu okurken birinde kaldım. Bu benim, benden bahsediyor, oha benim lan o arayan, oyy dağlar ne günlerdi diye iç geçirdim. Sonra yazıyı baştan sona okudum. Çok aylar önceydi, yaklaşık 18 ay önce kadardı. Uyku problemim almış başını gitmiş, günlerce uyumuyorum, ne yapsam ne etsem kafayı yeme noktasındayım. Cenin pozisyonuna geçmiş yatakta hüngür hüngür ağlıyorum.

Önce zırlamayı kesmem, sonra sakinleşmem, sonra gözlerimi yummam ve farklı şeylere odaklanmam gerektiğinin bilincindeydim. Baktım sakinleşemiyorum, aldım elime telefonu. Gecenin o saatinde hiç tereddüt etmeden rehberdeki bir numarayı aradım. Bir çaldı açan yok, iki çaldı, üç derken panikle uyandırdım mı diye sordum. Yarın sabah işe gideceğine göre uyumuş olması da çok muhtemeldi. Uyandırmıştım ama onun için önemi yoktu. Ağzımdan kelimeleri zorla çıkartıyordum; konuşacak enerjim de isteğim de yoktu. Anladı. Zaten her şeyi az çok bildiği için hiçbir soru sormadı. Kitap okur musun diye ben sordum. Daha soruyu sorarken çok emindim, okuyacağından ve beni sakinleştireceğinden. İşte bu his çok güzel bir histi. Rastgele kitaplığından bir kitap seçti ve gecenin o saatinde sayfaları okumaya başladı. O kadar çok okudu ki kitabın adı neymiş yahu diye sordum. Gecenin o saatinde rastgele seçtiği kitabın onun ve benim hayatımla ilgili ne kadar da benzer şeyleri söylediğini görünce duraksadık ve vay be diye içimizden geçirdik. Biliyorum. Sayfalar sayfalar sonra sakinleşmiş ve gözlerimi kapatabilecek kadar dikkatimi dağıtmıştım. Teşekkür ettim ve o günlerce uykusuzluğun verdiği yorgunlukla çok tatlı bir uyku geçirdim.

Olaydan çok sonra ktiabı aldım ve okudum. İtiraf etmeliyim ki o gece onun okuması kadar etkileyici değildi. Ya da aylar sonra okuduğum için artık orada yazan her cümlenin bilincinde olduğum için o gece gibi etkilemedi. Tabi yazarın diğer kitaplarından oldukça etkilendiğimi belirtmeliyim. O arkadaşım da 1 ay önce kaleme aldığı yazıda kitabı ve yazarı anlatırken bu olaya değinmiş. Okurken gülümsedim. Belki kötü günler, belki kötü geceler geçiriyor olabilirdim ama yanımda iyiki diyebileceğim insanlar vardı.

İşte bir sabahı da blog okuyarak öğle vakti haline getirdim. Birazdan ekmek alır ve güzel bir kahvaltı yaparım. Kahvaltı çok sıkıcı ama kahvaltısız sabahlar çok anlamsız. Bu arada yağmur durdu ve sahte bir güneş açtı.

Çay isteyen var mıydı?

Çay içmeyen insanlar da çok sıkıcı.

Günaydın

Günaydın.

Biriktirdiğim yalnızlıklar eteklerimden dökülürken kalkıp da çay demleyeyim. Yalnızlığımı karşıma alır üç beş kelimenin belini kırarım. Olmadı tutar kulağından kapının önüne koyarım. Biz de işler böyle ilerliyor, işine gelmezse siktir git derim.

***

Gerçekten çay koymak için kalkıp ancak dönebildim buralara. Ya da tam emin değilim birden yağmur yağmaya başladı ve balkondaki çamaşırlara da koşmuş olabiliriz. Sonra da çayı koyduk ama pek yalnızlıkları oturtmadık masaya. Ne halin varsa gör dedim. Hatta ne halin varsa gör Tuğba diye de kızdım. Eylül’ün ilk yağmuru yağmış bunun tadını çıkartmam gerekiyor sonuçta.

Toplantım var 15 dakika sonra. İyi olmamak toplantıya gitmemek için yeterli bir sebepti benim için. Bugünü böyle pencerenin karşısında sahlebimi içerken şarkıların eşliğinde geçirmek istiyorum. Tarçınımız bitmiş olabilir, Hülya hepsini kek de kullanmış olabilir. Kek sevmeyen biri olarak bile lezzetli bir kek olduğunu söyleyebilirim.

Bol tarçınlı sahlep diyordum; sonbahar ve kış aylarının vazgeçilmezidir benim için. Hatta sahlep için defalarca kandırılıp saatlerce yol gitmişliğim vardır. Mesela teyzeme gideceğim, gel sana sahlep yapayım dedi. Belki Ankara’ya da kuzene giderim. O da yemekle kandırdı beni. Duyan da yemek yemekten başını kaldıramıyor sanacak. Halbuki öyle mi? Tekrar iştahsız günlerime geri döndüm. Hülya’nın ama yemiyor musun bakışları bile artık yemek yemek için yeterli olmuyor.

***

Jehan’ın yeni albümü ne kadar da hoş. Eylül günlerine yakışır naiflikte, içimizi sarıp sarmalayan cinsten tam yenilmek bir albüm olmuş. Dünden beri dinlemeye doyamıyorum. Uykuya dalarken çalıyordu, bir ara uyandım o ara yine çalıyordu. Üst komşularımız tatillerini bitirip döndükleri için ilk gecenin uzun sohbetlerini yaptılar. Ya da sabahtı bilmiyorum. Ama Jehan’ın sesi arasında; çenen kopsun İbrahim çenen dedim. Demedim değil. Sonra aslında kahvaltıya gideceğimizi hatırladım ama gitmeye de pek niyetimiz olmadığını fark ettim. Tekrar uyuduk.

Akşam oldu yahu. Ne yapayım odaya geçip yorganı üzerime çekip şarkılara mı sarılayım?

Belki bunu yapabilirdim ama en azından bu sefer Semih’in inancını boşa çıkartmamaya karar verdim. Ona örnek teşkil eden müthiş bir başarıya adım atacağım. Yani en azından deneyeceğim.

***

Sahlep yapmaya gidiyorum.

Ne kadar tatlıyım.

Otobüslerle Ciddi Düşünüyorum

15Şu küçücük merkezde bile defalarca nasıl otobüsleri karıştırdığımı ya da nasıl otobüs duraklarını gözden kaçırdığımı hatırladıkça vay arkadaş ya gerçekten bir sorun var diyorum kendime. Sen onca şehir gez kaybolma ama bu şehre gelince her yıl olaylar yaşa. Bunu nasıl başarıyorum inanın ben de bilmiyorum ama öyle dalgın olacak anılar biriktiriyorum ki her bir kaldırımda; aklım kayıp gidiyor.

Önceleri yani 3 yıl öncesine kadar otobüs kullanmayan bir öğrenci olarak; aman baba buradayım, aman kuzen şuradan al, ee beni kim bırakmak istiyor gibi laf salatalıklarıyla ömrümü sürdürürken ilk şehirler arası otobüs yolculuğumu 3 yıl önce yapmış oldum. Hatta ve hatta ilk trene de o yılın sonunda ben hiç binmedim ya diyerek binmiş oldum. Ben treni sevdim sonra treni kaldırdılar. Ne yazık bana…

Böyle böyle şehir içi ya da şehirler arası otobüs maceralarım o kadar çok birikti ki tek ben olamam değil mi bu kadar olay yaşayan diye kendime sorup durdum. İlk senemin, ilk haftasıydı bu dillere düşen maceramı yaşadığımda. Merkez küçük olduğu için ve yurdum merkezde olduğu için otobüs kullanmama pek de gerek kalmıyordu. Taksi her kaybolma hissine çözüm oluyordu. Ancak o zamanlar erkek arkadaşım bu şehrin dağ başında yaşadığı için ki şu an ben de burada yaşıyorum, hayat gerçekten çok garip. İşte o gün de arkadşalarına geçeceğiz. Zaten toplasan 2 kere yukarıya çıkmışımdır, onda da hiç yalnız değildim.

Otobüslerin nereden nasıl hareket ettiğini bile bilmiyorum. Daha ilk haftam yürüyüş yolunu keşfetmekten başka bir şey yapmamışım. Gelip alayım dedi ama onun gelmesi 40 dakika sonra tekrar 40 dakika böyle bir eziyeti uygun görmedim. Keşke görseydim dedim sonra, demedim değil. Bana şuradan bineceksin dedi. Tamam zaten şurası 5 dakika ne var yani. Ama gel gör ki sersem bana karşıya geç dedi. Meğersem karşıdakine değil, ilk adım attığım yerdekinden binecekmişim. Bunu 1 saat sonra anladık. Bir türlü yol bitmek bilmeyince isyan bayraklarını çektim ve sevgili otobüs şoförüyle konuştum. O zamanlar bu şehirde mesela 5 numarasaysa 3 tane farklı güzergahlara giden 3 numara vardı. Böyle bir karışıklık mevcuttu. İşte bu da o taraftan inen, yan ilçeye gidecek olan hatta oradaki bir dağı tırmanacak olan ve sonra tekrar merkeze dönecek olan ondan sonra benim gideceğim yere gidecek olan otobüs hattıydı. Şimdi merkezden benim gideceğim yer 40 dakikaysa kalanını siz hesaplayın işte. Ne kadar yolculuk ettiğimin saatini tutamamıştım. İneceğim dedim, sevgili adam indirmedi. Eğer inersen ve burada bekleyecek olursan yarım saat beklemek zorunda kalacaksın. Nasıl yani dediğim de olay bir bir yerine oturdu. Bilmem mi kaç dakika da geçen hatlardaydım. Peki dedim başka şansım yoktu zaten.

Bu arada otobüse devamlı birileri biniyor, devamlı iniyordu. Komple içindeki insanlar değişiyor; bir otobüs şoförü bir de ben değişmiyordum. Onca saatin ardından adam beni istediğim yere bıraktı. İlk tecrübemi de ilk hatlardan kaç bin tane farklı güzergaha giden aptalca bir sistemleri olduğunu da yaşadım. Ama bana yetmedi. Hemen tecrübe edinememişim.

Bir yerde alışveriş yapıyorum; yürüyerek 15 dakikalık mesafedeyim sanırım. Ama acelem var ve ortalıkta taksi yok. Arkadaş da hemen ilk gördüğümüz otobüse atlamamızı sağladı. Dur bu bence değil derken çoktan binmiş olduk. Doğru hissetmiştim, şehir arkamızda kalıyordu ve biz şehirden uzaklaşıyorduk. Sanayiyi falan gezdikten sonra en son otobüs şoförü bana döndü ve kahkaha atarak aslında sen yine yanlış bindin dedi. Aman Allah’ım 2 gün aralıklarla adamın otobüsüne iki kez yanlış biniyorum. Ama acelem var benim derken otobüslerin kalktığı yerden hemen bindirdi 5 dakika da geldim geleceğim yere. Adam da biz de gülmekten nasıl olur ya demekten kendimizi alamıyorduk. Adamı şu an görsem, şu an tanırım. Adam da saatlerce benimle yolculuk yaptığı için unutmamış tabi.

Geçen yıl da adımın nasıl navigasyon bozucuya çıktığını anlatabilirdim ama olayın benimle hiç ilgisi olmadığı için ve bunun ceremesini Okan çektiği için bu konunun anlatımını hep ona bırakmışımdır. Defalarca benim yüzümden bildiği yolları nasıl kaybettiğini, sola döneceğini bildiği halde nasıl sağa döndüğünü en iyi o anlatır. Benimle yürürken peşime takılıp nasıl gidecekleri yoldan yanlış yöne saptıklarını yaşayanlar daha iyi anlatır. Ben yolu biliyormuş gibi kendimden emin yürüsem de bana ne bakıyorsunuz siz? Gidin işte bildiğiniz yoldan… Artık arabalarda ön koltukta oturmuyorum, arka camdan sağı solu izliyorum. Yürürken kendimi frenliyorum, onların yarım adım benden önce gitmesine izin veriyorum ama yine de adım hala navigasyon bozucusu olarak her toplulukta maceralarımın anlatılmasına engel olmuyor.

Aradan 3 yıl geçti ve daha 2 gün önce ineceğim durağı bile bile kaçırdım. Dağ başı dediğim yerde kendi evimin önünden geçtim gittim daha da yukarılara. Biraz daha zorlarsam okula çıkacaktım. Merkezde tanık olduğum iğrenç olay sonrasında ciddi anlamda moral bozukluğu ve üzüntü ile bir şey yapmadan eve çıkmaya karar verdim. Bindim otobüse, taktım kulakları. Yol 40 dakika zaten ve o kadar tin tin gidiyor ki uykusu olmayanı uyutacak vaziyette. Dışarıyı izliyorum ama aklımda hala tanık olduğum o manzara, bir türlü kendimi toplayamıyorum. Gözleri gözlerimin önünden gitmiyor. Üzüntü ve sıkıntıyla aslında eve geldim ama durağın önünden bakarak yukarıya doğru çıkmasına izin verdim. Hatta biri inmiş bile olabilir, ona rağmen fark edip inmedim. Öyle bir dalgınlık ve öyle bir burukluk ki Akademi’de inmem gerek dedim.

Kafamın dağılması için ve bilerek durağın önünden geçip gittiğimi kabul etmemem için arkadaşı aradım. Size geliyorum dedim. O da şok oldu tabi. Sen bize gelmek, iyi misin soruları eşliğinde eve ulaştığımda otobüs durağını nasıl ve neden kaçırdığımı sonrasında da eve bu şekilde geçmek istemediğim için onlara uğradığımı anlattım. Beni eve bırakırken benim kadar dalgındı. Sanırım tek kahkahalar atarak anlatamayacağım bir durak kaçırma olayı olarak kalacak.

Bu arada onca şehir gezip gerçekten hiç kaybolmadık. Sora sora Bağdat biliyorsunuz; sorarsanız doğruyu bulursunuz.

Yarım Yamalak

En çok da şu günlerde kendimden ne beklediğimi soruyorum. Belki koltuğumun altına aldığım sorumluluklarım buradan ayaklanıp giderken izlemekten ürküyorum. Belki de ayaklanıp gitmeleri için olağan gücümle kendimle savaşıyorum. İnsan kendisiyle savaşmaya başladığı vakit her türlü yenilgiye uğruyor. İster kazansın, ister kaybetsin sonuçta hep hüsrana uğruyorsun. Ne önemi var bu saatten sonra diğerlerinin?

Kırıklıkların, sancıların, yalanların, öfkelerin, ihanetlerin, mutlulukların ve yalnızlıkların… Hepsi tam burada avuçlarımda birikirken umutlarımı kanatıyor. Bir kenara bırakmaya çalıştığım ne varsa karşıma dikiliyor hesap soruyor Halbuki ben sadece dondurma istemiştim, üzerinde de fıstık. Bu kadar zor olmamalıydı hiçbir şey hayatlarımızda.

Günlerdir evin temizliğiydi, koşuşturmasıydı, yerleşmeydi derken günlerce yoğun ve tempolu bir halde şu ana kadar geldim. Yetmedi abuk sabuk bir dizinin sezon finaline kadar oturdum birkaç günde bitirdim. Başka hiçbir şey yapmadım. Ne kendimi tam olarak ait hissettim ne de fazla…

Kendime ait yaptığım ne varsa sanki şimdi hepsi başkasına aitmiş gibi hissediyorum. Sanki daha öncesinde benim yaptıklarım, benim gittiğim yerler değil hatta sanki bana bakan o çift gözler sanki benim arkadaşım değil. Ahh, ne büyük budalalık. Her şey döndüğümüz gibi olduğu gibi tüm acılarıyla tüm güzellikleriyle duruyor.

Yeni sezonun planını tam olarak yapmamakla beraber kendimi çok fazla yormak istemiyorum. Tamam fiziksel olarak yine üst noktaya kadar zorlamak istesem de en azından beynim böyle Ege’de yüzüyor, güneşleniyor, şarabını yudumluyor ve gün batımında uyukluyor olsun istiyorum. Bu aralar böyle diye diye Ege’ye birkaç günlüğüne kaçmazsam iyidir. Daha döneme yeni başlarken bir an önce bu senenin bitmesini istiyorum. Yine dengem alt üst olmuş vaziyette.

Haftaya diyorum, haftaya çok şey değişecek.

Bekliyorum sessizce.

Dondurması olan benimle paylaşabilir mi? Vanilyalı olsun lütfen.

Bol Yıldızlı, Alakasız Başlıklı, Kopuk Yazı.

Oldukça uzak şeyler bazen çok yakın olabiliyor. Kafalar arasındaki mesafeler bazı anlarda metro hattı gibi hızlı bir şekilde birbirine yaklaşıyor. Oysa bu nadir anlarda da pürüzler çıkartarak yakınlığın süresini düşürmeye neden olabiliyoruz. Genellikle uzaklığı yaşıyoruz; her şeyden. Kendimizden…

***

Kendimi kendime bıraktığım şu günlerde kafamda deli planlar dolanıyorum ortalarda. Planlar diyorum sonra da ev, temizlik, yerleşme ve sınav derken tüm planlarım ayaklarıma dolanıyor. Ne vardı kaçabilseydim birkaç günlüğüne sahil kasabasına diyorum. Yine de son anda bir şeylere karar verme huyumu bildiğim için kafamı boş tutmaya çalışıyorum.

İzmit’e eşyaları getirmesiydi, bayramdı, ziyaretti derken beynim allak bullak oldu. Ziyaretlerde değişmeyen klasik gülüşmeler, laf dokundurmalar ve hadi bakalımlar ne olacak bilinmeyen bakışmalar hepsi her bayram olduğu gibi tüm ailelerde baş sıraya oturdu. Bu bayram değişiklik yapıp gündemi kendi üzerimden az buçuk atmayı başarmış olabilirim. Her bayram kendi çocukluğumu dinlemek istemeyebiliyorum.

Geçen sene de kendi çocukluğumdan annemlerinkine atlamış teyzemlerle çocukluk kavgalarını gün yüzüne çıkartmıştım. Hatta ortalığı komple karıştırıp köşeye geçip kahkaha atarak onları izlemiştik. Çok eğlendiğim bayramlardan biriydi.

Bu bayramda teyzemden triplerin en büyüğünü yiyebilirdim. Yemedim bildiğin yuttum. Küçükken onu ihmal etmediğimden şimdi ise 5 gün oralarda olup da gitmediğimi hatta yemekler hazır beni beklemesini anlatırken varan 1, varan 2, trip vol 3 diye saydık durduk. Kıyamadı, kıyamaz da zaten. Eşya taşımacalı, teyze, amca, hala, dayı görmeceli yoğun 24 saat geçirmeyi başarabildik. Konunun dönüp dolaşım okul da bitecek eee bakalıma gelmeli anlık kriz ortamlarını da atlattık.

Bu bayram olsun artık ben demeden sen evlenmezsin de ne yapacaksın yüksek lisansa mı başlayacaksın tarzında sorulara geçerek birkaç evre atlamış olduk. Deveğe hendek atlatmak bile daha kolaydı bu evreyi atlatmaktan. Ama pes etmedim ve işte bu bayram bunu başarmış olduğumu fark ettim.

***

Size bu yazki bilgisayar maceralarımı ve lanetimi anlatmayı düşündüm aslında. Sonra anlatıp daha da çıldırmamak adına bilgisayara dair her şeyi rafa kaldırdım. Bilgisayarım hala yok. Yani bir ara vardı ama o da sorunlu çıktığı için yine yok. Yok yani yok. Bu yüzden de kendi bilgisayarım olmadan oturup düzenli yazı yazamıyorum. Gezi notlarımı odaya serip sessiz sakince onları birleştirmeyi hala yapamıyorum.

Anlatacağım. Düğünden, uzun yürüyüşlere, Afyon’da mahsur kalmamızdan, her şehirde hastaneleri ziyaret etmelerimize ve hatta Turgay abinin çılgın hayatına kadar hepsini anlatacağım. Tek ihtiyacım olan bilgisayarım ve biraz sakinlik.

***

Haftalardır bir türlü görüşemediğim -tamam annemin deyişiyle ektiğim- arkadaşlarımla görüşüyorum şu sıralar. Şehri terk ederken arkamdan küfür etsinler istemiyorum. Ben olsam bana küfür ederdim yani ama neyseki küfür etmiyorum. Ayrıca çok iyi bir insanım, birazcık anlayışlı olup bir dahaki sefere görüşürüz diyebilirdim. Esra gibi cadaloz olup gelmezsen gelir sürükleye sürükleye seni getiririm demezdim.

Bu haftayı görüşemediğim arkadaşlarıma ayırıp Füsun’a hiç çalışmadan haftasonu düğüne sabahı da sınava gitmeyi planlıyorum. Sanırım sevgili arkadaşımın notları gönderirken üstüne yazdığı “sanki çalışacaksın da işte :)” yazdığı gibi öylece duracak. Belki belli olmaz kimbilir.

***

Akşam eve geldim bir hareketlilik hakimken birden bir durgunluk çöktü. Nereye kayboldu annemler derken fark ettim her şeyi. Can bilgisayarı bana bırakmadı. E kitabımı okuyayım yahu dedim. İzmit’ gider gitmez Yağmur kolileri kurcalayıp kitaplarıma ulaşınca ben de en son aldıklarımdan bir tanesini yanımda getirdim. Kitabı elime aldım nereye geçsem derken salonda babamın maç ile ilgili yorumları izlediğini, yatak odasında annemin kitap okuduğunu, benim odamda Can’ın bilgisayarda takıldığını ve balkonda da Yağmur’un kitap okuduğunu görünce eee ben ne olacağım ya diye düşünmedim değil. Düşündüm tabi sonra Yağmurların odaya geçtim.

Her şeyi bir kenara bırakıp 500 sayfalık da olsa 700 de olsa elime aldığım kitabı bitirmeden kapatmadığım o günleri özlediğimi hissettim. Şimdi birkaç güne yayınca mutsuz oluyorum ve bu tembelliğimi bilgisayara bağlıyorum. Şuna bakayım, buna bakayım hopp yoruldumlar… Hayat böyle geçiyor, anlamadan.

Bir ara kitap okurken öyle çok ağladım ki Allah beni kahretmesin babam görmesin yine dalga geçecek diye peçeteye boğuldum. “Kitap okurken salya sümük ağlayana burun acıtmadan silen selpak satılır.” anonsu salondan yükselince oldu o zaman ağlamaya devam edeyim diyerek ağlamaya kaldığım yerden devam ettim. Sanki karakter benim, her şey benim başıma gelmiş, 15 yaşındaki Afgan kadını da benim hatta “ben aslında yoğum” modunda etkilenmeyi başarıyorum. Ne yapalım bu da benim zaafım.

Ben ağlaya ağlaya bu kitabı bitiririm birazdan. Sabah biriniz belediyeye haber versin de bu peçeteleri toplaması için birini görevlendirsinler. Zira her sabah çok yorucu olabiliyor.

***

Bu arada blogun temasını değiştirdim. Okan’ın içine oturmuş, dün gece 2′de; temayı mı değiştirdin sen, neye uğradığımı şaşırdım diye fırçalamak için aradı ama gözlerim uykuya yenik düştü. Oysa ben çok sevdim. Tamam yine bir şeyleri düzenlemedim ama baya yola soktum. Hem de bu sefer hiçbir şey bozmadan. Bilgisayarım gelince tamamen düzene koyup bir süre de bu temayla devam etmek istiyorum.

İnsan bir hayırlı olsun der, insafsızsınız.

Bir de bana da iyi bayramlar, size de.

2. günü bayramlar hep bitiyor benim için oysaki

Günün İlk Işıkları

Sabahları diyordum gözlerini dinç açmak herkesin harcı değil. Bir zamanlar bunu en güzel ben başarabiliyorum diye iddia edebilirdim. Mesela o günlerde; sabahın köründe, günün ilk ışıkları penceremden yatağıma süzülürken dinç bir şekilde kalkıp hazırlanırken şarkımı açıyordum. Kahvaltıyı oldum olası hep atlardım ama o günlerde saatlerce yürüyüş yaptıktan sonra güzelce kahvaltı yapardım. Sonuçta uzun bir yürüyüşten sonra sahilde dergimi okurken, çayımın şekerini eritirken yanında elbette kahvaltı güzel giderdi.

Böyle böyle kendini güne hazırlıyorsun aslında. Günün o kısmından sonrası kötü de geçse elinde güzel bir sabah oluyor. Her gece yatağımızın kenarına biriktirdiğimiz gözyaşı mendilleri, sabah çöpün dibini boyluyor. Yeni bir gün umuduyla adım atıyorsun ve aslında her şey birer yinelenmeden ibaret oluyor. Ziyanı yok, her şey mükemmel olmak zorunda değil. Biraz iyi olsun yeter.

Bir de bazıları daha şanslıdır mesela. Günün ilk ışıklarını sevgilinin kollarında selamlıyordur. Sevgilinin verdiği mutluluğu güzel bir kahvaltı ile süsleyip hiç bitmeyen enerjileriyle sohbet ediyorlardır. Bazen düşünürüm insan sabah sabah konuşacak ne bulabilir ki diye. Oysa biraz daha içine girince anlayabiliyorsun. Aslında en canlı konular günün ilk saatlerinde konuşulabiliyor. Bu şanslı insanlar da o saatleri çok güzel değerlendiriyor. Hepimiz bir dönem tattık o zevki ve bazılarımız hala tatmaya devam ediyor. Bir de hiç tatmamış insanlar var. Onlar bu dediklerimi anlayamaz. Anlamalarını da beklemiyorum.

Sevgiliyle olan şansı şuraya bırakalım. Hatta mümkünse bir süre şanslı olanların üzerine örtü örtelim.  İnsan yalnız da günün ilk ışıklarının tadına bakabilir. Doyasıya içine yeni günü çekebilir ve kendini şımartabilir. Çoğu zaman yapmıyoruz bunu. Mesela ben o günlerde güne çok güzel başlıyordum. Belki mutsuzdum, belki keyifsizdim ve belki çok yalnızdım ama günün o saatlerinin keyfini çıkartıyordum. Günlerim kötü geçiyordu, kimseye tahammül edemiyordum. Böyle de dediğimde sanki şu an her şey bambaşkaymış bir havası vermiş oldum. Değil. Ama konumuz da bu değil zaten. Sabahlarım çok güzel diyordum ve günün sonrasında hiçbir şey yapmıyordum. Sonra gece bugün yine kötüydü her şey ve yine her şey gereksizdi diye sitem ederken, birden sabah yürüyüşlerim aklıma gelirdi. O güzel kahvaltı, sessizlik ve yalınlık aklıma geldikçe bugün yine güzel bir gündü diye günü kendimce kapatıyordum. Belki şimdi günlerim o günlere oranla daha güzel geçiyor ama hep bir eksiklik yaşıyorum. İşte o eksikliği bugün, salonun penceresinden güneş ışıklarının yüzümü okşamasıyla fark ettim.

Dün gece Zanzi’de keşfettiğim bir derginin sayılarına göz gezdirirken, bir yandan da Mustafa’nın verdiği hanımelleri bitirmeye çalışırken babamın Pazar sabahlarını şimdi daha iyi anladım. Biz uyurken hiç üşenmeden kalkıp simitleri alan babamın Pazar sabahlarına verdiği önemi bugün tam da şu anda anladım. Kahvaltı keyfi denilen bir şey var ve hala bir çoğumuz bundan habersiziz.

Belki yarın yine kahvaltıyı atlayacağım ama biliyorum ki atladığım için çok şey kaybedeceğim. Belki de günümün kayda değer olmaması finallerden değil de kahvaltıyı atladığımdandır. Bilemiyorum, siz de bilemiyorsunuz. O yüzden gelin deneyelim. Mesela siz bana sokak simidi alın ama sıcak olacak ve kesinlikle pastane simidi olmayacak, ben çay koyayım sonra peyniri çıkartalım. Televizyonumuzu açalım, kanalları gezelim ve sabah sabah bir şey olmadığından şikayet ederek müzik kanalında duralım. Çayımızı karıştırırken çıkan ses, şarkıya eşlik etsin. Günün sonrasında neler yapacağımızı konuşalım ya da gündemi şikayet edelim. Simidin tazeliğinden söz edelim, hiç olmadı ben kesin kahvaltıyı hazırlarken bir şeyi eksik koymuşumdur, onun üzerine gülüşelim. Güneş ışınları odayı süzsün, masadaki çataldan yüzümüze yansısın ama o an’ı yaşayalım.

 

Hanımellerimi yiyeyim, karışık meyve suyum eşliğinde.